27. Lema (Basılmayan Kısmı)

27. Lema (Basılmayan Kısmı)

        Benim hakkımda İddianamenin ahirlerinde “Halil İbrahim’e gönderdiğim risalenin dördüne mahrem namını verdiğim ilh.” fıkrasına cevaben derim ki;
Benim gibi bu milleti aldatmamış ve otuz kırk senedenberi imanına hizmet etmiş bir adamın beş-on dostu talebesi bulunması çok mudur? Hususi bir talebem olan Halil İbrahim’e kendime mahsus yazdırdığım “Keramet-i Gavsiye” ve “Keramet-i Aleviye” ve “İhlas” ve “Tesettür” e dair üç dört risaleyi “mahrem” demekle yani başkasına göstermemek niyetiyle gönderdiğim, nasıl bir suç teşkil edebilir. Bunlara mahrem dediğim, asayişe zarar olduğundan değildir. Belki benim hakkımda riya ve gurura medar olmamak için “Keramet-i Gavsiye” ve “Keramet-i Aleviye” ve “İhlas” risalelerine mahrem demişim. Bunların dünya ile hiç alakaları yok. Ve “Tesettür Risalesi” nîm-mahrem üstünde yazıldığının işaretiyle sû-i tefehhüme medar olmamak için intişarına taraftar olmadığımı gösterir.

        Elhasıl
        Evvela: Otuz-kırk sahifelik “Son Müdafaatım”da Risale-i Nur’un mahiyetini ve kıymetini ve ehemmiyetini ve medar-ı tenkid olacak hiçbir ciheti olmadığını ve ne şekilde olursa olsun hiçbir hükûmet onu yasak etmeyeceğini isbat etmekle beraber bütün kuvvetimle derim ki;
Ey heyet-i hâkime! Risale-i Nur’un hedefi dünyevî olsaydı veya bir maksad-ı dünyevî, içinde niyet edilseydi yüz yirmi risale içinde yalnız on-onbeş noktası mı medar-ı tenkid bulunacaktı? Belki yarısından ziyade takip ettiği maksadı ihsas ederek nazarınızda on binler medar-ı tenkit noktalar bulunacak idi. Böyle yüz yirmi bin tatlı meyveler içinde, sizce sulfato gibi acı gelen yalnız on beş meyvesi bulunmasıyla o mübarek bahçeyi yasak etmek caiz olabilir mi? Ve bahçe sahibini mes’ul etmek caiz olabilir mi? Adaletperver olan vicdanınıza havale ediyorum.

        Saniyen: Ben “Son Müdafaatım”da beyan etmişim ki, otuz senedir, Avrupa feylesoflarına ve Avrupa feylesofları hesabına dahilde, ecnebî dolapları hesabına çalışan mülhidlere karşı muaraza ederek cevap vermişim ve veriyorum. Muhatabım, ekseriya nefsimden sonra onlar olduğunu, risalelerimi takip eden anlar. Şimdi ben sizlerden soruyorum: Böyle Avrupa feylesoflarının başına ve ecnebî entrikaları hesabına çalışan dinsiz herbir mülhidin yüzüne indirdiğim kuvvetli ilmî her bir tokat, hangi suretle hükûmet hesabına geçiyor? Böylelere ait olan tokadı hükûmet hesabına almak bizim havsalamız alamıyor ve ihtimal de vermiyoruz. Hükûmet namına ve kanun hesabına bu haklı ilmî tokatları medar-ı mes’ul tutmak değil; belki hükûmet-i Cumhuriyenin hürriyetperverliği, bu tokatları alkışlar.

        Salisen: Cevapsız kalan umum noktaların kat’î cevapları zaptınıza geçen “Son Müdafaatım”.. ve bu “İtiraznamem”le size takdim ettiğim “Son Müdafaat” Risalesidir.

        Ey Müddeiumumi ve ey Hey’et-i Hâkime!.

        Gücenmeyiniz. Ben beşerin adaletinden bir muaraza münasebetiyle şimdilik şiddet-i me’yusiyetimden bir hadiseyi beyan edeceğim. Bu hadise de bura mahkemesine karşı şekva ve itiraz değil, bilakis ben buraya geldiğimdenberi bura adliye memurlarında adalet-perver vicdan hissettiğimden onların o vicdanlarına ve adalet-perverliklerine binaen on senedenberi adem-i müracaat ve sükutumu terkedip hukukumu müdafaya başladım. Eğer bu hali ve vicdanı bu mahkemede hissetmeseydim emin olunuz kendimi müdafaa değil, belki daha çabuk aleyhime hüküm verdirmek için inat edecektim. Ve müftehirane tâ darağacına kadar çıkmayı göze almıştım. Bura mahkemesi memurlarının vicdanlarına ve adalet-perverliklerine dayanıp müdafaâtta hakikat-i hâli olduğu gibi beyan ederek biçare masum ve perişan çok mahpus arkadaşlarımın tahliyelerini beklerken maateessüf ümidimizi bütün bütün kıran acip bir iddianame ile karşılaştık. Hayretle me’yusiyete düştük. Ben katiyyen anladım ki, başta Müddeiumumi temiz vicdanlarıyla ve hak-perest mahkemenin memurları adaletin tecellisine bütün kuvvetiyle taraftar iken daha büyük bir makamdan acip bir vehim onların tezahür-ü adaletteki arzularına sed çekti. İşte ben de hakkımda ki adaletin tezahürüne sed çeken o vehim sahibine ve o büyük makamdaki zâta onun kendi şahsını evhamlandıran mülhid zalimleri şekva etmek suretinde halimizin misali olarak bu hikayeyi beyan ediyorum.

        Bir zaman, bir padişahın müptelâ olduğu bir hastalığın ilâcı, bir çocuğun kanı imiş. O çocuğun pederi, çocuğu, hâkimin fetvasıyla bir para mukabilinde padişaha vermiş. O çocuk, mecliste ağlamak ve şekvâ yerine gülmüş. Sormuşlar:
“Neden istimdad etmiyorsun, şikâyet etmiyorsun, gülüyorsun?”
Demiş ki:
“İnsan, musibete giriftar olduğu vakit, evvela pederine, sonra hâkime, sonra padişaha şekva eder. Benim pederim, beni kesilmek üzere satıyor. İşte, hâkim de ölmekliğime karar veriyor. İşte, padişah benim kanımı istiyor. Bu antika ve pek garip ve şekli çok çirkin ve hiç görülmemiş bu hale karşı, ancak gülmekle mukabele edilir.”

        İşte, ey Şükrü Kaya Bey! Biz de o çocuk hükmüne geçtik. Derdimizi, evvel mahall-i hükûmetteki vâliye, sonra mahkeme-i adalete, sonra Dahiliye Vekâletine iltica edip mazlumiyetimizi beyan ederek zalimlerden bizi kurtarmak için arzuhal etmek mukteza-yı hal iken, gördük ki: En son şekvâmızı dinleyecek Dahiliye Vekilinin hakkımızda kapıldığı asılsız evhamına bir hakikat rengi vermek ve muhbirleri ve Isparta Zabıtası’nın hatâsını örtmek fikriyle o hatâda ısrar etmek daha büyük bir hatâ olduğunu düşünmediğinden, bize gadr edenlerin dûçar olduğu gurur hastalığına karşı, kanımızı isteyerek, bizi asılsız bahanelerle perişan etmek istenildiği anlaşılıyor. Biz de Şükrü Kaya’nın şahsiyetini hakkımızda yanlış yola sevkeden, Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya Beye şekvâ ediyoruz. Çünkü, bir seneden beri, hergün veya haftada hakkımda rapor vere vere ve isteye isteye aleyhime zabıtaların ve muhbirlerin nazar-ı dikkatini celb ettirip, kurban koyunu gibi kesmek için bizi beslettiriyorlardı. Mahkeme-i adalet ise, adaletten başka hiçbir şey düşünmemek lâzım gelirken ve hakikaten içindeki zatlar adalete tam bağlı oldukları halde, yüksek makamdaki şahısların evhamına karşı ihtiyatkarane harekete mecbur oldukları için, bizi tahliyeden tereddüd gösteriyorlar. Mahall-i hükûmet olan Isparta Vilayeti ve zabıtası ise, herkesten ziyade beni ve Ispartalı biçare, mâsum mevkufları himaye etmek ve bir an evvel kurtulmasına sa’y etmeleri vazife-i vicdanları iken, bilâkis çok mânâsız ve asılsız bahanelerle o biçare Ispartalı mevkufları, hususan muhtaç ve fakirlerin tayinlerini verdirmemek ve açlıkla sefalete düşmeleri için onları ezdirmeye çalışıyorlar. İşte bi de bu hâle karşı şekva değil, belki ağlamanın nihayet derecesini gösteren acı bir gülmekle mukabele edip o çocuk gibi gülüyoruz.

        Isparta Vilayeti ve muhbirlerin hakkımızda garazkarane harekette bulunduklarına delil şudur ki: Isparta’da mevcut fırka ve jandarma ve polis kuvvetleri kâfi gelmiyormuş gibi, Dahiliye Vekaletini evhama sevk ederek bir jandarma ve polis ile yapılacak bir vazifeyi, tâ Ankara’dan kuvvetler celbine sebebiyet vererek Hükûmete ve benim gibi birçok zavallılara binler zarar verdirilmesine ve hayat-ı ictimaiye arasındaki mevkilerinin sarsıntılara uğratılmasına ve istirahatlerinin selbine vesile olmuştur. Demek bil’iltizam, hiçten büyük bir hadiseyi icad etmek garazıyla o vaziyeti göstermişler. Habbeyi yüz kubbe yaparak, dahiliyenin en ziyade sükûnete mecbur olduğu bir zamanda böyle her tarafı sarsacak bir vaziyeti icad etmek ve kanunsuz kanun namına amel etmek, kanunca mühim bir cürüm yapıldığı düşünmediği için üzerimize tahmil edilen evhamın kaldırılarak bir an evvel tahliyemize delaletle telâfi-i mâfât etmesini talep ederim.
        Biçare masum ve mevkuf arkadaşlarım hakkında başta mücmelen bir-iki fıkra yazılmıştı. Her birinin ayrı ayrı itiraznamesi yerine benim itiraznamem kafi gelir zannındayım. Mademki evvelki müdafaalarımda ve son müdafaatımda ve bu itiraznamemde delilleriyle isbat edilmiş ki; Risale-i Nur imanî ve uhrevî olmakla beraber dahilî asayişe hiçbir cihet-i zararı olmamış ve olamayacağı ve kendi kendine mahdud bazı dostlarımda intişar etmiş ve ben de bu on sene zarfında imkan dairesinde ne kadar elimden gelmişse, hükümet-i hâzıranın işlerine karışmamak tahammül haricinde meşakkatkarane vaziyeti kabul edip ve hiçbir cihetle siyaset-i dünyeviyeye karışmak ve ilişmekte bulunmadığımı delilleriyle isbat ve bu on sene zarfında şiddetli tarassudat altında ve en sonunda ânî taharriyat neticesinde ne bende ve ne de has dostlarımda emniyet-i dahiliyyeyi ihlal veya halkı idlâl veya muhalif cemiyetlere intisaba dair hiçbir emare ve vesâik bulunmamasıdır. Madem bende ve Risale-i Nur hakkında bir cürüm teşkil edecek bir madde tesbit edilmedi. Benim sabit olmayan mevhum küçük bir cürmümle bu kadar masum adamları “suçlu” tabir edip tevkifhanede süründürmek elbette nazar-ı adalet hoş görmüyor.

        Ezcümle: Bu masum mevkuflar içinde vâridat kâtibi Rüşdü, gençler içinde istikamet ve namusla mümtaz ve vazifesinde işgüzar, hiçbir sû-i ahlakı görünmeyen bir zattır. Ben Isparta’ya getirildiğim vakit onun komşuluğunda bulundum. Bu zat mümtaz mertliğiyle bana komşuluk cihetiyle misafirperverane akşam vazifesinden döndüğü vakit gelip benim gibi garip bir adamın sobasını yakmak, suyunu getirmek, yemeğini pişirmek gibi hususi işlerimi lillah için yapmış.

        Bu zatın vazifesi vakit bırakmıyordu ki bana başka bir hizmette bulunsun. Belki akşamdan akşama bu hizmetimi yapıyordu. Bu zatı mertlik ve misafirperverlik noktasında âlî bir seciyeli gördüm. Bazı vehham kimseler ona diyorlardı ki; “Sen memursun, ona çok yanaşma.” O diyormuş; “Bu zatta dünyaya karışacak bir emare ve arzusu yok ve benim vazifeme mani değil.” Hatta bu tevkif zamanında bile o merdane hissiyle benim gibi zaif ve hizmete muhtaç bir biçareye herkes gözünü benden kaparken, o bana yardıma koşuyordu. Ve der idi ki; “Bu hocada ben medar-ı itham birşey göremiyorum ki ve yoktur ki, ben onun ithamından temasla hissedar olayım.”

        İşte bu zat yalnız okumak için bir-iki küçük imanî risalelerimi almış ve kaza ve kadere ait risalenin yarısını yazmış. Tamamlamaya vazifesi müsaade etmediği için nüshamı bana iade etmiş. Acaba dünyada böyle âlî seciyeyi taşıyan müstakim bir genci böyle bir münasebetle itham edecek bir kanun var mı? Eğer ecnebi bir düşman devletin bir adamı bir şehre gelse, misafirperverlik veya ücret mukabilinde komşusundaki bir adam hizmet etse, o hizmetle itham altına alınır mı? Halbuki bu zat bu vatanın benim gibi bir evladı ve yirmi seneden beri bu millet, hassaten Harb-i Umumî’de ve İstiklal Harbinde mühim hizmetlerde bulunmuş ihtiyar ve garip bir komşuya böyle hizmet eden bir zâta hiç itiraz gelebilir mi? Farz-ı muhal olarak benim gizli yanlış fikirlerim bulunsa da, akşamdan akşama sobamı yakmaya gelmesiyle iştirâk tevehhüm edilebilir mi?

        Hem ezcümle; bu masum mevkuflardan Hüsrev, eskiden memur iken ailevî bir hadise yüzünden gençlik hissiyatına bir darbe gelmiş. Yüzünü dünyadan ahirete çevirmişti. Kendine hem hal ve dünya hevesatından usanmış bir adamı arıyordu. Birkaç sene evvel uzaktan uzağa beni kendine bir dost bir kardeş buldu. Ben Isparta’ya geldim. Yalnız hâlî bir köşkte oturuyordum. Bu zat hasta ve ihtiyar validesine tercihen beni yalnız bırakmamak için geceleri yanımda kaldı. Rüşdü bulunmadığı zaman hususi hizmetlerimi görüyordu.

        Bu kış elinizdeki Yirmidokuzuncu Söz’ün tevafuk kerametini gösterir bir surette kendime mahsus üç nüsha ona yazdırdım. Ve en son telif ettiğim İktisad ve Hastalar ve İhtiyarlar Risalelerinin tesvid ve tebyizinde bana yardım etti. Zaten Isparta’ya geldim geleli yazmak hevesim yoktu. Birdenbire bu millete çok menfaatli olan üç risaleyi telif ettim. O da yazdı. Eğer böyle mübarek ve zararsız çok menfaatli üç risaleyi telif etmek ve yazmak bir suç ise, ikimiz maaliftihar kabul ediyoruz.

        Tesettür Risalesi ise, eskiden yazdığım için bir sene evvel hususi şahsıma yazdırmamda ne benim ona onun hatırına bir mesuliyet tevehhümü gelmemiş. Onuncu Söz’ün şapoğrafla yazılmış dört sahifelik tetimmesi onun hattına benzetebilmediğimiz ve başka birisinin hattı olduğunu iddia ediyoruz. Hem sekiz sene evvel şapoğraf yasak olmadığı gibi içindeki medar-ı tenkid kelimenin manasınıda sabıkan izah etmişim.

        İşte bu kadar münasebetle benim hakkımda tespit edilmeyen bir cürümden ona bir hisse ifraz etmek ve ihtiyar ve hasta validesini ağlattırmak ve onu tayinsiz tevkifhanede süründürmek elbette nazar-ı adalet hoş görmüyor.

        Hem ezcümle; Re’fet isminde masum bir mevkuf, onüç sene evvel İstanbul’da beni görmesi münasebetiyle Isparta’ya geldikten sonra beni Barla’da işitip eski dostluk münasebetiyle bir-iki defa selamlaştık. Ispartaya getirildiğim vakit bu zat Kur’ana ve tecvidine çok meraklı olup daima camilerde hafızları dinlemekten zevk alır. Ve beni de Kur’anın manevi tecvidine münasebettar bulduğu cihetle bana da samimi dostluk etti. Haftada bazen onbeş günde bazen on günde hâtır sormak için yanıma uğrardı. Hatta İktisad ve İhtiyarlar Risalesinde gözlerinin adem-i müsaadesine rağmen bir parça yardım etti.

        İşte bu zatın benimle münasebetine binaen mevhum cürmümden bir hisse ayırmak elbette nazar-ı adalete uygun gelmez.

        Hem ezcümle; Ispartada muhacir bulunan, aslen Türk vatanen Van’lı Kürd Bekir namındaki şahıs, ben Barla’da iken benim param ile Isparta’dan hususi hacetimi görmek için arasıra yanıma geliyordu. Hemşerilik münasebetiyle Isparta’ya geldikten sonra hususi işlerimi arasıra görüyordu. Bu şahıs ümmidir, okumak yazmak bilmiyor. Benim hemşerim olmak münasebetiyle bazı zatlar ona mektup göndermiş. Ve bazı dostlarımla sırf bir selam nevinden muhabere etmiş. Ben de bir iki hususi mektubumda onu taltif etmek için başka dostuma sena etmişim. Bu adam Isparta Zabıtasının ekserisiyle ve Halk Fırkasıyla hilesizliğine ve istikametine ve saf dilliğine binaen münasebettar idi. Hem benim hakkımda ihtiyatımdan daha fazla, belki vehim derecesinde ihtiyat edip her vakit bana “Aman dünya işine, hükümetin siyasetine hiçbir hareketin ilişmesin” der idi.

        İşte bu biçare muhacirin ihtiyarca bir ailesi ve dilsiz hastalıklı bir kerimesi var. Onların rızkını şahsi ticaretiyle günü gününe temin ederdi. Acaba bunu benim mevhum cürmümden ehemmiyetli bir hisse ile müttehem tutmak ve fakir haliyle beraber bu üç aydır tayinatını verdirmemek nazar-ı adalete muvafık olur mu?

        Hem ezcümle; fakîr-ul hâl ve masum ve saatçilik sanatıyla geçinen Saatçi Lütfü, ben Isparta’ya geldikten sonra o zat memurların ihtarıyla bana karşı çekinmek vaziyeti aldı.. Hatta bütün kışta iki defa yanıma gelebildi. Yalnız bu zatın dükkanı muvakkithâne gibi malum bir yerde olduğundan pek nadir hususi mektuplarım oraya geliyormuş. O zat mektupta ne var elbette bilmez. İşte bu zâta az münasebetiyle mevhum suçumdan perişaniyetine sebebiyyet veren böyle büyük hakiki bir hisse vermek elbette nazar-ı adalete uygun gelmez.

        Hem ezcümle Milâslı Halil İbrahim. Bu adam altı-yedi sene evvel benim eski memleketli bir talebem vasıtasıyla bana karşı bir dostluk hissetmiş. Sonra da üç-dört sene evvel kendi işi için Eğirdir ve Barla’ya gelip beni gördü. Hafız Bey ve Hacı Hüsnü gibi meb’uslara verdiğim ve gösterdiğim risalelerimden bir-iki tanesini vermiştim.

        Sonra bu adam Kur’ân’a ve imana fazla iştiyakı olduğundan, musırrane benden imanî eserler isteye istete ve her fırsatta bana selâm ve tebrik mektupları samimane gönderdiğinden dayanamadım. Kendime mahsus yazdığım bazı risaleleri ona göndermeye mecbur oldum. Fakat başkalarına göstermemek için üzerlerine ‘Mahremdir’ diye yazmıştım. Hattâ bir mektubumda onun ısrarına karşı kandırmak için ‘Çok yerlerden risaleleri istiyorlar, yazacak adamım yok. Bekir sizi tercih edip gönderdi.’ demiştim. Bu mektubumda onun ısrarına karşı bir kandırmaktan ibarettir. Şimdi ben kendi vicdanımla bu zatta imana ve Kur’ân’a karşı iştiyaktan başka bir his bulamadığımı ve benim gibi siyasetle hiç alâkası olmadığını ve benim mesleğimden hariç entrikalara kapılmadığına kanaatim geldiğinden, onu da hususî kardeş telâkkî ettim. Kendime has yazılarımı ona gönderdim.

        İşte on sene zarfında Halil İbrahim gibi iki-üç dostuma hususî ve imanî risalelerimi göndermek elbette, hiçbir cihetle medar-ı itiraz olamaz. Tesettür risalesi ise yanlışlıkla ona gitmiştir. Mesmuatıma göre, ‘Onuncu Söz’ün şapoğrafla yazılmış tetimmesini ‘Onuncu Söz’ ile beraber yedi sene evvel hânına gelen bir yolcudan almıştır. İşte bu adamın benim hakkımda tesbit edilmeyen suçumdan ona hakikî bir suç ifraz edip ve onun suçundan İnce Mehmed gibi bazı adamlara hisse çıkarmak, elbette Eskişehir mahkemesi gibi kuvvetli hiss-i adaleti takip eden yüksek bir mahkeme bunu hoş görmez.

        Hem ezcümle Küçük Hâfız Zühdü.. Beş-altı sene evvel bir defa işi için bir defa Barla’ya uğramış, hâfızlığı münasebetiyle ona taltifkarane ve bir ailevî musibetine karşı tesellikarane bir iki mektup yazmıştım. Ve onu da tatyîb için “çalışkan bir talebemsin” demiştim. Ve Aydın’da ise görmediğim ve gıyaben selamlarını aldığım iki üç dostlarıma benim bedelime selam göndermekle, görüşmek manasıyla “Aydın Vilayeti sana havaledir” ibaresi evvel vakit bana o mektubu yazan ve şimdi tahattur etmediğim kâtibin bir gevezeliğidir. Yani “Aydın Vilayetinde gıyâbi iki-üç dostuma benim bedelime sen onlarla muhabere et, selam gönder” demektir.

        Acaba çok seneler içinde bir defa benim ile görüşen, kendi işinde hâfızlığında çalışan bu adamı bu mektuptaki taltifkarane teşvikten, en mühim bir nâşir-i efkârım zan ve tevehhüm edilip benim mevhum suçumdan o biçareye ehemmiyetli bir hisse çıkarıp, Isparta’daki Câmi-i Kebîr imamlık vazifesinden kaldırıp üç ay tayinsiz fakir haliyle beraber ihtiyar ve amel-mande validesini ve validesiz iki küçük çocuğun perişan kalması elbette mahkemenin nazar-ı adaleti ona şefkatkarane bakması icab eder.

        Hem ezcümle gayet ihtiyarlığından ve gözü az görmesinden gayet perişan olan Aydınlı Hacı Emin namındaki adam beş-altı sene evvel bir iş için Barla’ya uğrayıp beni görmüş. İhtiyarlığı münasebetiyle ahiret kardeşliğine kabul ve sonra sırf imani olan eskiden yazdığım bir risalemi vermiştim. Sonra da İhtiyar ve İktisad Risalesi’ni ona göndermek niyet ettim. Ve mektup ta yazılmıştı fakat sonra göndermedim. Bu adam ihtiyarlıktan ve tevkif telaşından şuurunu kaybedecek derecede bir vaziyette iddianamede görüldüğü üzere “Veli Hoca” nam-ı müsteârıyla bir polis yanına sokulup zaif diyanet damarını tahrik edip atehe uğramış şuursuzluğundan istifade edip manasız birkaç söz söylettirmiş. Sonra onun aleyhinde jurnal etmiş.

        Bu biçare, kabir kapısında, gözü pek az görür, aklı pek az anlar, bizimle tek bir defa görüşmüş ve kendi tam okumadığı bir-iki risaleme mukabil güya küçük bir hediye olarak incir göndermiş. Bu biçare adamın ihtiyarlık ve perişaniyet zamanında benimle mezkur az münasebeti yüzünden ağır bir itham altına almak ve hizmete çok muhtaç bir halde iken hapishanede perişan etmek elbette mahkemenin yüksek adaleti tecviz etmez. Bir an evvel kurtulmasını ister.

        Hem ezcümle Muallim Galip, üç dört sene evvel Barla’da iken muallimliği münasebeti ile haftada, bazan yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zat hattattır. Hüsn-ü hattından kendime istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım İ’caz-ı Kur’ân ve Mu’cizat-ı Ahmediye risalesini yazdırdım. Odamda talik ettiğim bir-iki levhayı da bana yazdı.

        İşte münasebetimiz bu kadardır. Bu zatın şiire hevesi bulunduğundan, ben de şâir olmadığımdan, hiç bir risalemi Onuncu Söz’den başka vermedim. Onuncu Söz’ü de başkasına vermiş. Yanında hiç bir eserim bulunmadığı halde benim mevhum cürmümden elbette hakikî bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar var. Men-i muhakeme ile haklarında adaletin tecellisini bekliyorlar.

        Hem ezcümle Keçeci Mustafa ile oğlu Hâfız Mehmed bu zatların benimle münasebetleri yalnız yirmidokuzuncu sözü kendisine yazması ve oğlunun bu kış bir tek defa yanıma gelmesidir. Bu muhterem ihtiyarı ve bizimle alakası pek az oğlunu medar-ı taayyüşlerinin alıp fakir halleriyle beraber tayinsiz tevkifhanede süründürmek on nüfus çoluk çocuğunu perişan edecek derecede tespit edilmeyen benim mevhum suçumdan nasıl mesul olabilir. Bir an evvel bu biçarelerin bu beladan kurtarmak, çoluk ve çocuklarının içine göndermek mahkemenin adaletinden beklenir.

        Hem ezcümle Antalyalı Aşçı Hüseyin Usta, birtek defa bir saat benimle görüşmüş, bir-iki tebrik mektupları bana yazmıştır. Ben de ona İktisad ve İhtiyarlar ve bir-iki imani lemalar ve risalelerimi okuyup iade etmek üzere göndermiştim. Bir-ikisini almış ötekilerini almamış. Bu kadar az münasebetle benim en büyük cürmüm de olsa onu bu kadar tevkif altında tutamayacağını nazar-ı adalet takdir edip dokuz nüfus ailesinin başına gönderilmesini bir an evvel men’-i muhakeme ile bekliyor.

        Hem Eğirdirli Hafız Mustafa, dokuz sene Barla’da komşu iken dört-beş defa yanıma gelmiş. Benim meşreb-i ilmiyemden daha başka bir meslekte bulunduğundan hiçbir risalemi yanında bulundurmamış. Yalnız bir-iki talebemi eski risalelerimi yazmak hususunda tergibkarane yazdığım hususi kalem mektubu her nasılsa onun eline geçmiş. Ve evrakı içinde bulunmuş. İşte bu zat bu kadar az bir münasebetle bu kadar çok zaman tevkifhanede bana arkadaş olup bir kader-i İlahîdir diyerek kazâya teslim olup mahkemenin adaletini bekler.

        Hem ezcümle Eğirdirli Hakkı Efendi..

Dokuz sene Barla’da oturduğum halde, belki karşıdan iki-üç defa beni görmüş ancak şahıs ve hüviyetini hapishanede anlamış olduğum bu zat, eskiden beri hükûmet hizmetinde ve sonra da dâvâ vekili olduğundan, benim gibi dünyadan tecerrüd etmiş bir adamla, elbette meşreben ve mesleken az münasebettar bulunmakla beraber, dokuz sene Barla’da bulunduğum müddet, en ziyade bana karşı rakibane ve tarafgirane vaziyet alan ve onun kardeşi olan müftü ve oğlu Barla’da başmuallim Tevfik olduğundan, bu zat benim hususî bir fikir ve mesleğime taraftar ve naşir olmak değil, bilakis kardeşine ve biraderzadesine irtibatı münasebetiyle ve hükûmetin işlerinde bulunmak cihetiyle aleyhimde tarafgirâne vaziyet alması iktiza ettiğinden, iddianamede bunu en mühim gizli efkârıma bir vasıta göstermek suretiyle, onu da buraya kadar sürükleyip getirmek, elbette tetkikatın noksaniyetinden ileri gelse gerektir. Mesmuatıma göre, bu zatın harekât-ı milliye zamanında hükûmet lehinde çalıştığı ve müstakimane bir surette ehl-i garaza karşı sebat ettiğinden ve şahsî çok düşmanlar kazandığından, bu defaki hem onun perişaniyetine, hem bizim zararımıza bunun şahsî düşmanlarının çok medhali olmuştur. Benimle münasebeti olmamasına rağmen, hakkımda daha tahakkuk etmeyen bir suç ile tevkifhanede sürüncemeye bırakılması adalete muvafık olamayacağından, bir an evvel men-i muhakemesiyle çoluk ve çocuklarının başına gönderilmesi mahkemenin adaleti iktizasındandır.

        Hem ezcümle Milaslı Şefik..

        Isparta hapishanesinde iken, bir münasebetle bir selâmını almıştım. Ben de selâm gönderdim. Sonra o zat memleketinin hapishanesine nakledilmiş, benim has kardeşlerimden Halil İbrahim’e hemşerilik münasebetiyle gıyabî benimle sırf bir uhrevi dostluk tesis etmiştir. Bu zat hapishanede bulunduğu cihetle, mahpusların manasız, lüzumsuz faidesiz romanlar veya gazeteler veya oyunlarla meşgul olmalarına mukabil, Şefik, faideli ve menfaatli ve zararsız okunacak ve mahpusları da namaz ve hüsn-ü ahlâka sevk edecek risaleleri diyaneti ve hüsn-ü ahlâkı noktasında alır, okurmuş. Belki o zararsız ve faideli risaleler içinde benim de bir risalem eline geçmiş olabilir.

        Acaba böyle ciddî bir hüsn-ü ahlâk sahibi dindar bir genç, benim ile bu kadar cüz’i bir münasebetini i’zam edip, en büyük vasıta-i nâşir-i efkarım olduğunu ve bende hiçbir cihetle bulunmayan ve bir emaresi görülmeyen gizli entrikalarıma bir vasıta göstermek ve benim mevhum cürmümden ona bir hisse vermeyi, elbette mahkemenin nazar-ı adaleti kabul etmez. Farz-ı muhal olarak benim gizli bir entrikalarım bulunsa da, bu zat mahpus iken tek bir selâmımla nasıl o gizli fikrimi bilecek, iştirak edecek ve vasıta olacak? Böyle kıymettar gençleri ehemmiyetsiz bahanelerle çürütmeyi vicdan kabul etmez.

        Hem ezcümle İnce Mehmed isminde Milaslı bir zatın benimle münasebeti Halil İbrahim’in güzel yazı ile yazılan bir mektubunun kâtibi kim ise, hattı hoşuma giderek gıyabî ona bir selâm göndermiştim. Hattâ bu tevkifhanede bir ay müddet gördüğüm halde kim olduğunu bilmedim. Münasebetimiz bu kadar. Dostane de bir selâmlaştık.

        Belki bu zat Halil İbrahim’e mahsus risalelerimi görmüş olabilir. Bu kadar az münasebetiyle çoluk ve çocuklarını perişan etmek ve üç aydanberi tevkifhanede sürünmek beni vicdanen çok muazzeb ediyor. Ve benim yüzümden böyle biçârelerin azap çekmesi bana çok ağır geliyor. Mahkemenin adaletinden isteriz ki: Böyleleri bir an evvel men-i mahkeme ile perişaniyetlerine hâtime verilsin.

        Hem ezcümle Zekâi isminde Atabey’li genç bir zat benim ile bir defa Barla’da görüştü. Hakikaten gençler içinde mümtaz bir zeka ve bir ulüvv-ü himmet istidadında gördüm. Ben vicdanen onu biraderzademe benzeterek sevdim. O da yanımdan gittikten sonra o şefkatime mukabil samimi bir dostluk kalbinde beslemiş. Sonra askere gitmiş. Askerden geldikten sonra kendi ticaret ve işiyle meşgul olup Ramazaniye Risalemi bir yerden elde etmiş, okumuş. Taharriyatta hükümetin eline geçmiş.

        Acaba böyle kıymettar bir genci samimi ve garazsız uzaktan bir dostluğu ve Ramazaniye Risalesi gibi mübarek bir risalemin yanında bulunmasıyla üç ay tevkifhanede benim yüzümden onu hırpalama, küçücük dükkanında pek cüzi bir sermayedar kimse yanında ettiği esnaflık ticaretini hasarete uğratmak elbette mahkemenin nazar-ı adaleti hoş görmeyecektir. Bir an evvel bu kıymettar genç me’yusiyetten kurtulmasını bekler. Ben de vicdan azabından kurtulmaklığım için böylelerin benim yüzümden çektikleri zararlardan kurtulmasını ve telafisini rahmet-i İlahiyeden bütün kuvvetimle niyaz edip beklerim.

KAYNAK: Hafız Ali Ergün Orjinal Elyazması Osmanlıca Lem’alar, Hicri 1354, 27. Lem’a

benim aldığım kaynak ise: Akerbin kıskacında, Ahmet Özkılınç, Nesil Yayınları, sayfa:261-272