Alenî Neşriyat

Alenî Neşriyat

       Bu derleme Risale-i Nur’u nazara vermeden ve ismini söylemeden veya yazmadan yalnız Risale-i Nurdan anlaşılan mânâyı neşr ve telkin etmenin caiz olup olmadığına dair bir tesbit ve araştırmadır. Bu mes’elenin muhtelif vücuhundan dört vechi nazara verilecek. 

BİRİNCİ VECİH

       Şer Cereyanına Karşı Risale-i Nur Cereyanını İzhar Etmek

       Bu asırda Süfyaniyet cereyanı karşısında müceddidiyet ce­reyanını tanıtıp ona dehalet edilmesini sağlamak ve şahs-ı ma­nevî­nin teşekkülüne çalışmak el­zemdir. Risale-i Nur  ve Nurculuk hareketi âlenî tanıtılıp nazara ve­rilmezse böyle bir şahs-ı manev­înin teşekkülüne yardım edilmemiş olunur.

       Hazret-i Üstad diyor ki:

«…Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat su­re­tindeki kuvvetli bir şahs-ı mânev­înin dehâsıyla hücumu zama­nında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan muka­ve­metin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafın­daki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i da­lâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettir­mek..» (Lem’alar 151 p6) şarttır.

Evet «…Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli mara­zına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâ­şiri olan Risale-i Nurdayanabilir; ve onun metîn, sar­sılmaz, se­bat­kâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet edebi­lir. Öyleyse, herşeyden ev­vel onun dairesine girmeli, sada­katle, tam me­tanet ve ciddî ihlâs ve tam iti­madla ona ya­pışmak lâ­zım ki, o acip has­talığın tesirinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası 105 p2)

«Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulme­tinden en mü­cerreb birkurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve muvazenele­riyle, neşrettiği nur oldu­ğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâ­iresine yakın bu­lunanlar içine gir­mezse,tehlike ihtimali kavîdir.» (Kastamonu Lâhikası 110 p1)

« …Eğer Risale-i Nur’un hizmetine iltihak etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşı­daki ittifak etmiş dalâletlere karşı dayanacak. Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enani­yet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hük­meder ve dayana­bilir.» (Kastamonu Lâhikası 143 p2 )

«Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakı­nında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve ta­rikattan gelen eski ser­mayele­riyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdle­rini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir ha­vuzu ka­zanmak için o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka birçığır aç­makla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar ve­rir, zendekaya bir nevi yardım olur.» (Kastamonu Lâhikası 122 p4)

«…Âdi bir samimî ehl-i tarikat, sûrî, zâhirî bir mütefennin­den daha ziyade ken­dini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebâirle fâ­sık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya so­kulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir iti­kadla aktab kabul ettiği bir silsile-i meşâ­yihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itima­dını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zende­kaya gire­mez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zın­dıkların desi­selerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleş­miş­tir.» (Mektubat 445 p1)

Demek oluyor ki; Risale-i Nuru ve cereyanını ta­nıtmadan ve ismini söy­lemeden onu okuyup kişinin kendi anlayışı ve anla­tışı ile mânâsını söylemek veya neşretmek ve böylece ferdî hiz­meti tercih etmek isabetli olmaz. Kişi bir görünür, sonra söner kaybolur.

İKİNCİ VECİH

       Risale-i Nur, sırr-ı ihlasdan gelen bir makbuliyet cihetiyle hüsn-ü te’sire liyakat ka­zandığından ta’lim ve irşa­dında ikram-ı İlahiyeye mazhariyet görülü­yor. Bilhassa bu asırda gayet ehemmiyetli olan bu hususiyeti nazara veren Hazret-i Üstad di­yor ki:

«Şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle muh­taçlara tesirli bir surette bildirme­nin bu dehşetli zamanda çâre-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat vere­cek, bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’ânî lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın ve her­kese kanaat-i kat’iye verebilsin. Böyle bir derse, bu zamanda bu şe­rait dahilinde hiçbir şahsî ve uhrevîve dünyevî, maddî ve mâ­nevî birşeye âlet edilmediğini bil­mekle kat’î ka­naat gelebi­lir

…Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı me­âlinde milyon­lar kitap o hakikatleri belîğane neşrettikleri halde ve binler hakikî âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar, mezkûr sırra bi­naen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler.Evet, küfr-ü mutlaka karşı, bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, mey­dandadır. Demek Nurların kuvveti bu sırr-ı az­îmden ileri geliyor.Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli mus­îbetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de de­rim ki: Müstehak idim senin bu şef­katli tokatlarına… Yoksa gayet meşrû, zararsız, herkesin lillâh için takip et­tikleri mübarek mesleğe girseydim, yani maddî ve mânevî hislerimi bü­tün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acip mânevî kuvveti kay­bedecektim. İşte bu kuvvetin bir acip nümunesi bazı zatların ki, ben onların ancak ednâ bir talebesi olabildiğim halde, onların hakaik-i imani­yeye dair bir kitabını bi­risi okumuş. Risale-i Nur’un da bir sayfasını okumuş. Risale-i Nur’un bir say­fasıyla daha ziyade imanını kurtardığınıikrar etmiş.» (Emirdağ Lâhikası-II/ 106 p son)

       Mezkûr ifadede nazara verilen ve meselemizle de çok alâkalı ve dikkat çekici şu nokta ki: Risale-i Nurun bah­settiği hakikatları pek çok âlimler beliğane anlattıkları halde te’sirde geridirler. Çünkü makbuliyet için bu za­manda maddî-manevî, dünyevî-uh­revî ve meşru hiçbir menfaatı takib etmemek halisiyeti ve yapıla­cak hiz­meti sa­dece em­redildiği için yapmakla o a’zamî ihlasın ka­zanılması ge­rekiyor. Halbuki bu fitne asrında, feragatı istenen meşru ve uhrevî menfaat­lerin terk edilmesi şöyle dursun, ihlası kıran şöhret ve teveccüh-ü am­meyi ka­zanma hissi ve te­mayül­leri, maddî menfaat elde etme hırsı, adavet, hased, ta­rafgirlik gibi hallerin istilası içinde mezkûr mânâda sırr-ı ihlasa mazhariyet ve  hüsn-ü tesire liyakat ka­zanmak imkânı çok müşkül görü­lüyor. Şu halde Risale-i Nur’u gizleyerek kendi namına irşada çalışan, Allah’ın ihsanı olan manevî te’­sirden mah­rum kalır.

       Hazret-i Üstad’ın aynı hakikatı te’yid eden bazı ifa­deleri de şöyledir:

«…Dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düş­mez, hakikat muka­bilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıyme­tinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve­renlere hoş görünmek için riyakâr­lığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat,elmas derecesinden şişe derecesine iner…» (Barla Lâhikası 123 p2)

       Bu beyan ve irşadın çok dikkate şayan bir ciheti ki, aynı ders veril­diği halde te’sirde, ihlas şartlarına veya ih­lassızlık sebeb­lerine sahib olmanın  neticesi değişik oluyor. Bundan sonra gelecek paraçalara da bakılırsa, Risale-i Nur düstur­larının getirdiği halisiyet ve müessiriyetin varlığı açıkça anlaşılır.

«…Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağ­zından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlan­sın, can­lansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nur­landırsın, sana da sevap kazan­dırsın. Çünkü, meselâ sen “Elhamdü lillâh” dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelime­leri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş‑ı Hakîm abes ve israf yapma­dığı için, o kesretli mübarek kelime­leri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ih­lâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ru­hanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlâhî ve ihlâs o hava­daki kelimelere ha­yat vermezse, dinlenilmez…» (Lem’alar 152 p son)

«…hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı ka­zanmaknoktala­rının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı oldu­ğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde da­hil olmadığını ve lâzım da olmadı­ğını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ih­lâsa muvaf­fak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.» (Lem’alar  150 p ilk)

«…Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaf­fakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazan verilir. Evet, bazan bir­tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir­tek adamın irşadı, bin adamın irşadı ka­dar rıza-yı İlâhîye medar olur…» (Lem’alar 152 p1)

«…Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bü­tün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrev­îde illet ise, o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar. Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeye­rek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki,

وَاجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلاۤخِرِينَ buna işarettir.» (Barla Lâhikası  78 p son)

«…Nimet-i İlahiyeyi tahdis suretinde, şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenab-ı Hak fazl u keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeye çalışmak ve fehmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlahîyi bütün hayatımda “Lillahilhamd” tevfik-i İlahî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi; ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi’ ettiği için onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.» (Lem’alar 171 p son)

       «Şimdi Risale-i Nur’un fevkalâde fütuhatı ve âlem-i İslâm’da dahi fevkalâde bir hüsn-ü kabule mazhar olması hengâmında, düşmanlar dahi dostlara inkılab ettiği bir zamanda Risale-i Nur’un a’zamî ihlasını (ki, rıza-yı İlahîden başka dünyevî, uhrevî hiçbir rütbeye, makama âlet etmemek) muhafaza için dehşetli bir merdümgiriz yani insanlardan tevahhuşve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı ve elini öpmek, ona âdeta bir tokat vurmakgibi dokunmak vaziyeti, kat’iyyen bize kanaat verdi ki; bu bir istihdam-ı Rabbanîdir. » (Emirdağ Lahikası II/229 p1)

       «Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâ­yât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak tekli­fini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzün­den kesilen yüz bin adamın hayat­larını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik ha­yat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler va­tandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı ka­zandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş gör­müş. Eğer o tek­lifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet ola­mayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ih­lâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi…» (Emirdağ Lahikası I/11 p1)

«Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mu­kavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebedi­yeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir mak­sat takip etmeme­sinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet ver­dikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehem­miyet vermemek­ten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sır­rıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmak­tır.» (Kastamonu Lâhikası 263 p1)

Risale-i Nur’un çok yerlerinde geçen (mü’minlerin imanlarını kurtarmak) şeklindeki ifadeler dikkate alınmalıdır.

Meselâ:

“…ehl-i imanın imanlarını muhafaza…” (Barla Lâhikası 22 p1)

“..çok ehl-i imanın imanlarını takviye edip kurtarmasını..”(Kastamonu Lâhikası 78 p3)

“Yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını…” (Kastamonu Lâhikası 190 p2)

“…Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalâetlerin hücumuna karşı imanları muhafazaedilsin.” (Emirdağ Lâhikası I/ 74 p3)

Avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp..” (Emirdağ Lâhikası I/ 91 p2)

“..ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’an nuruyla vesile olsun…” (Emirdağ Lâhikası I/ 104 p2)

“…mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur  öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: …” (Mektubat  466 p son)

gibi daha tesbit edilebilir bu tarz ifadeler, bu zamanın dehşetli fitnesi içinde iman tehlikesine ve iman hizmetinin elzemiyetine ve bu hizmetin ancak sırrı ihlas, a’zami sadakat ve fedakarlık gibi keyfiyyet hususiyetleriyle yapılabileceğine Risalelerde hayli dikkat çekilir. Gerçi mezkur mânâdaki derslar, a’zami mertebeyi nazara veriyor. Fakat bizler bu mertebeyi fikren ve kalben kabul edip benimsemek ve o mertebeye doğru gayret göstermek ile sahip çıkmamız lazımdır.

«Amma, “Mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatın is­tedikleri nu­rânî makamlar ve uhrevî rütbe­lerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsı­nıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeye­cek derecede senetler, hüccetler bu­lunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahvi­yetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun.”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için ken­dini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık ol­madığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda et­meye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat ci­hetiyle terk ede­rim.

Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten ge­len gaflet-i umu­miyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâ­ni­yet vehodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük ma­kamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesa­tını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumunnazarında kendini mu­hafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.» (Emirdağ Lâhikası I/ 74 p5)

«…Tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve zi­yade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa tam münâfikendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin za­rarlı ve fâni zevkini aramak hâletleri ise, ey nefsim, meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.» (Emirdağ Lâhikası I/201 p ilk)

«Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sa­yı­lan, fakat hakikat nokta­sında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan mânevî makam sa­hibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve o nimet-i İlâhiyeyi ken­dinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir za­rarı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat­perestlik ve nef­sini kur­tarmak hissi galebe çaldığı bir za­manda, elbette sırr‑ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı mâneviyeyi ara­mamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşün­memek lâ­zımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın…» (Emirdağ Lâhikası I/244  p 4)

«Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, dün­yevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yap­maktan sırr-ı ihlâs şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi âlet yapmaktan cid­den çe­kiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa muhalif olmasından, kat’iyen haber veriyorum ki, târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul et­tikleri ruhânî, cinnî hüd­damlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı oldu­ğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul et­memeye kendimi mec­bur biliyo­rum. Hattâ berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva bak­lavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp ka­bul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette ye­me­mek için, nefsim de kalbim gibi kabul et­memeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet ol­duğundan, nefs-i emmâre ka­rışmamak şartıyla ruhumla ka­bul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.» (Emirdağ Lâhikası II/ 12 p son)

«…Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfu­ruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurta­rılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir me­sele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şa­kirdinin düşman­ları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek ço­ğal­dığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlarisabet-i nazar hük­müne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veri­yor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyon­lar kadar arkadaşla­rın var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya sal­tanatı da verilse, bâki bir mesele-i ima­niyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın ikti­zasıdır… » (Emirdağ Lâhikası II/ 246 p ilk)

«Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet ve zaferi­nin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli tesiratın sırrı, kendi­sinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yal­nız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ih­lâssız yüz bat­man amele müreccahtır. İnsanların maddî mânevî he­diye­lerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlâs Risalesinin ba­şına, “Lâakal her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koy­masından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” ki­tabında, “Risale‑i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edi­lemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” de­miştir.

İşte bu sırr-ı ihlâstandır ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemaları­nın eserlerini tetebbu eden muhakkik ve müdakkik bir ehl-i ilim diyor ki:

Risale-i Nur’dan okuduğum bir sayfanın bana verdiği istifade, diğer eser­lerin on sayfasından daha fazladır.”» (Tarihçe-i Hayat 699 p2)

«Said Nursî, Kur’ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mâ­nevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakkın rı­zası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bü­tün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyiBediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı oldu­ğuna inanmış ve beyan etmiştir.» (Sözler  758 p4)

«Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbe­lere vesile olabilen şeylerden beni men edi­yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfi­yete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, haki­kat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetlebinler adamı irşad etmekten daha ehemmi­yetli görüyorum.Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gör­düklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun ders­lerini, “Hususî ma­kamından ve hu­susî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağ­lûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hiz­metkârlığı, maka­matlara ter­cih ediyorum.» (Emirdağ Lâhikası I/ 75 p2)

«Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa her­kes gibi gayet meşru ve za­rarsız olan bir yol tutarak şah­sımı düşünseydim, maddî-mâ­nevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mâ­nevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabret­tim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfa­nının yüz bin­lerce, belki de milyon­larca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrıl­ma­ya­caklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklar­dır.» (Emirdağ Lâhikası II/ 80 p2)

Yukarıda kısmen nakledilen beyan ve derslerde gö­rüldüğü üzere hakikat­ların neşir ve tebliğinde mes­lek hâ­lisiyeti ve a’zamî fedakârlık ve maddî-manevî her­şeyden feragatetmek gibi makbu­liyet ve te’sir şartları da lazım geliyor.

ÜÇÜNCÜ VECİH

       Hakikatların neşir ve tebliğinde çok ehemmiyetli diğer bir husus da kud­siyet hakikatı­dır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri di­yor ki:

«Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîmin hakaikine ait bazı kemâlât, o hakaike del­lâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü, me’hazın kudsiyeti, çok bur­hanlar kuv­vetinde tesirat gösteriyor, onunla ahkâmı umuma kabul ettiri­yor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyetin tesiri kaybolur…» (Mektubat  319 p1)

«Cumhur-u avâmı, burhandan ziyade, me’hazdaki kud­siyet imtisâle sevk eder.» (Mektubat  470 p4)

       «…Hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi’ etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hal ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlası zedelenir.

       Hem   وَلاَ تَشْتَرُوا بِاۤيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. »  (Lem’alar 164 p2)

       «…şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak,dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak…»  (Şualar 362 p2)

«Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî ola­rak lâzıma intikal eder ve lâzı­mın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiî­dir.

Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gi­bidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitap­lara temer­küz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder.

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gös­teril­seydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kud­siyete intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.

Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mâhiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’atefsir olmak lâzımken, başlı başına tas­nifat(*) hük­müne geçmişlerdir.

Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câ­zibe-i i’câz ile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bu­lunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir:

1. Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti ten­kitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlike­dir, insafsızlıktır, zulüm­dür.

2. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusayla kütüb‑ü şeri­atı şeffaf birer tef­sir suretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göster­mektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi,Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar et­tiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dedi­ğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır.

3. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hi­ca­bın fevkine çıka­rarak, üs­tünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâ­lis malını yalnız ondan iste­mek ve bilvasıta olan ahkâmı vası­tadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nis­beten, bir tari­kat şeyhinin va’­zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sır­dan neşet eder.» (Sünuhat-Tuluat-İşarat 31 p1)

«…Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl‑i tahkik değil­dir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul et­sin. Belki, surete, hüsn-ü zanna bi­naen, makbul ve mu­temed in­sanlardan işittikleri mesâili takliden kabul eder­ler. Hattâ, kuvvetli bir haki­kati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir ada­mın elinde görse, kıy­mettar telâkki eder.

İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biça­re­nin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında dü­şürmemek için, bilmec­buriye ilân edi­yorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz ol­madan, birisi bizi is­tihdam edi­yor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştı­rıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiya­rımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyleyse, o inâyetleri bağıra­rak ilân etmeye mecburuz.» (Mektubat 370 p son)

« Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasib bulmadığımız müellifler, Zülfikar’dan ve sair Risale-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nur’un şakirdleridirler, bu surette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nur’un mes’elelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ değil böyle dost zâtları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nurun neşrine mani’ olanları dahi helâl ediyoruz. Çünki onların men’leri başka bir tarzda ve daha faideli intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar.

 

       Ben hal-i hazıra bakmadığım için bilemiyorum. İstemeyerek işittim ki: Eser yazan ve Nur’dan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: “Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.” Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatları tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmir’li hâkimin dediği gibi, “Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitablara benzemiyor ve temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim” der.

       Hem Risale-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemal-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esasen Risale-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir. Emirdağ Lahikası II / 258 p2″

“Ben manevî bir ihtara binaen pusula Feyzi’ye yazdım. Sen onu gördün mü? Sen anlaki ne ile meşkuldür. Bir cevap vermedi. Başka lüzumsuz şeyleri yazmış.Nurları bir mecmua ile neşredeceğiz gibi manasız bir şeyler yazdı. Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin.” » (Siyaset, Neşriyat, Şerh ve İzah Mes’eleleri 167)

“Bütün bu ifadadelere dikkat edilirse, Risale-i Nurun metnini bırakıp ve Risale-i Nur veya Bediüzzaman ismin ide söylemiyerek, kişi Risale-i Nurdan anladığını kendi ifadesiyle anlatması veya yazması muvafık görülmüyor. Ancak (Risale-i Nurda veya şu risalede deniliyor ki.. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki..) şeklinde risaledeki bahsin özetini nakletmek caiz olur.”

DÖRDÜNCÜ VECİH

       Evet, asrın imamını ve onun manevî cihad hareketini tanıtıp ehl-i dalalet cereyanına karşı ehl-i imana isti­nad noktasını gös­termek, ehemmiyetli bir vazife olduğu, şu ifade ve beyanlardan da anlaşılır:

       «…Bu mücahede-i mâneviyede Kur’ân’ın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mânâ-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi…» (Şualar  271 p1)

«Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin se­bebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tah­kikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i isti­nada ve sar­sılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate da­yanmaya pekçok muhtaçbulunan avâm-ı ehl-i iman için da­lâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, al­datmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağ­lûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.»  (Şualar 320 p son)

«…Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet bü­yük ve umumî bir me­selede kendi kendine merkezlerinde müba­rezesi zamanında şakirdlerini ar­kasında bulmak ve kaç­mamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlan­dıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lü­zumluolduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız…» (Şualar 327 p son)

«Üstadımız diyor ki:

       Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve inti­şarı ve bura­nın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece  Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedil­mekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar ver­mek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuş­lar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmi­yorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu  tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğ­miyorlar. » (Emirdağ Lâhikası II/107 p1)

«…Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşı­yan bir mü’min, çok mü’min­lere bir nokta-i is­tinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü’minîn ve iman-ı tahkikî sahi­binin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırıl­maz; da­lâletlere karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulun­duğunuz için Cenab-ı Hakka şükretmelisiniz… » (Barla Lâhikası sh: 250 p son)

«…Bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı, avâm-ı ehl-i imanın, taklîdî olan imanlarını, o dalâlet-i ilmi­yenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i is­tinad ve yakın ve uzak­larda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalâ­letler içinde, yine avâm-ı mü’mi­nin imanını, şüphelerden ve İslâmiyetini, hakikat­sizlik vesve­selerinden muhafaza ediyor.

Evet, her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli da­lâletinin ga­lebesinden, “Acaba İslâmiyette bir haki­katsizlik mi var ki, sarsılmış?” diye şüpheye ve vesve­seye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatle­rini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlûp edip zendekayı susturuyor, diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.» (Emirdağ Lâhikası I/ 91 p2)

«…Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en zi­yade muhtaç oldukları ve Nurda bulduk­ları öyle bir hakikattir ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksat, içine girme­yecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmaya­cak, tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâ­şirlerine tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve din­siz­lerin, din aleyhindeki dehşetli filozofların itirazların­dan ve inkârla­rından kurtarsınlar.

Evet, o ehl-i iman, lisan-ı hal ile diyecek ki: Madem bu haki­kati, bu kadar şid­detli düş­manları çürütemediler ve itiraz edemi­yorlar; ve şakirdleri, haktan başka onun hizmetinde hiç­bir maksat taşımı­yorlar. Elbette, o hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir diye, bin burhan kadar bir delil hükmünde imanını kuvvetlen­dirir ve kurtarır; ve “İslâmiyette bir hakikatsızlık mı var?” diye daha evhama düşmeyecekler.» (Emirdağ Lâhikası I/214 p son)

«…Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fe­dakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıka­ra­rak, muhkem bir sedd-i Kur’ânî ve imanî tesis edip mü’­minle­rin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâ­vâya göster­diği azim ve sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruh­larda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.»(Tarihçe-i Hayat 23 p son)

«Risale-i Nur’dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe zi­yadeleşen Nur tale­belerinin imanları inkişaf etmiş, imanî bir şe­hamet ve İslâmî bir cesarete sahip olmuşlardır. Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa, ay­nen öyle de, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misal olmuşlar­dır. Nur talebele­rinin bu iman kuvvet­leri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadele­leri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) hu­sule ge­tir­miştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nur’la izale etmişler, vatan ve millete umumî bir ce­saret, ümit ve ferahlık husule getirip Müslümanları yeisten kur­tarmışlardır.»  (Tarihçe-i Hayat 162 p6)

«…İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı mânevîsi, ehl-i dalâletin cemaatle hü­cumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehli­kenin bu vatanı istilâsına karşı Kur’ânî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve it­tifakının medarı ol­muştur.»  (Tarihçe-i Hayat  457 p son)

       İşte bunun gibi pek çok beyanlar gösteriyor ki, Risale-i Nur ve cemaatı­nın var­lığını ehl-i iman bil­meli ve du­yurmalıki buna tebliğ vazifesi denir. Nitekim Hz. Üstadın mahkemelerin uzatıl­ması hakkındaki şu ifa­deleride bu ha­ki­kate dikkat çeker, şöy­leki:

«…Meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati ge­niş bir dairede celb etme­sinden, onları okumasına bir umumî dâ­vet ve resmî bir ilânat hük­münde,işiten müş­takların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntı­mızdan, zarardan yüz derece zi­yade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hü­cumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu su­retle atom bombası gibi in­şaallah tesirini göstermeye bir işa­rettir.» (Şualar 517 p ilk)

       Hem yine Hz. Üstad matbuat ve broşür ile yapılan neş­riyat hakkında da şöyle der:

«…Bu sırada, hem Ehl-i Sünnetgazetesi, hem buranın ga­ze­tesi, hem Zübeyir’in hararetli mu­kabelesi, Nurlarla iştigalleri gü­zel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim ho­şuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiri­niz.» (Şualar 530 p2)

Yine mahkeme hadiselerinin meşakkatlerine karşı dokuz teselliyi açıklayan Hz. Üstad diyor ki:

       “…Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur.

 

       Dokuz aded manevî sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki; tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor.” (Şualar  532 p1)

       Yine Hz. Üstad bir müdde-i umuminin aleyhdeki hareketine, kaderin hikmeti cihetinde bakıp diyor ki:

       “…Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur‘un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.” ( Emirdağ Lahikası II/245 p5)

Yine Hz. Üstad diyor:

       «Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mec­mua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’i­yen merak etmesin. Nazar-ı dik­kati celb ettiği için, bü­yük bir ilânname hükmüne geçti.» (Emirdağ Lâhikası II/ 235 p3)

«Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa, yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hük­mündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nurun neşriyat ve fütu­hatı­nın genişlemesine, inkişafına sebeptir ve millet-i İslâmiye na­zarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır.Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve âlem-i İslâm vüs’a­tında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve mânevî tesirat ve fütuhatına ve neşriya­tına şahit olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre, bu taarruz­lardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine na­zaran Nurun fü­tuhatı on gün içinde on misli fazlalaş­mış. Hem böylelikle halkın nazar‑ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tembeller ha­rekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır…»  (Tarihçe-i Hayat 689 p son)

«…mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimi­zin yine mahkeme gününde bu­rada bulunmalarında büyük hayır­lar var.

Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmi­yeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalarla umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatle­rine celb etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve giz­lememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiya­rımı­zın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düş­mana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekin­meyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntı­larımızı “kinin” gibi bir acı ilâç bilip sa­bır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.» (Şualar  502 p1)

«…Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olan­ların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olu­nur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muan­nid veya muh­taç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.» (Lem’alar 266 p son)

Yine bütün bu derslerde, Risale-i Nurları gizlememek ve alenî göstermek hikmetlerini nazara veriyor.

Hz. Üstad hayatı boyunca ve en mütecaviz cereyan karşısında ve hizmet faaliyetlerinde hizmetin devanını sağlamak için gerekli ihtiyat ve tedbirle beraber daima Risale-i Nuru, hayatiyle ve neşriyatiyle medhetmiş izhar ve ilan etmiştir.

Evet Hz. Üstad diyor ki:

“…İhtiyatla beraber, sadâkatı ve irtibatı ve hizmetideğiştirmemek lâzımdır.” (Şualar 342 p2)

Yani ihtiyat hizmeti durdurmak manasında değildir. İhtiyat hizmeti selâmetle devam ettirmek içindir. Amma çok şiddetli şartların karşısında hizmette tavakkuf hali, ayrı bir husustur. Evet Ashab-ı Kehf’in tebliğ vazifesinde tavakkufla mağaraya çekilmeleri gibi dinî hizmette de çok şiddetli ve müstevli tecavüze karşı tevakkuf caiz olur. Hz. Üstad muvakkat ve kısmî bazı tevakkufları şöyle anlatır:

“…Kalemleri teksir makinesi olan Medresetüz-Zehra Şâkirdlerinin ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden Nur’un kıymetdar mecmualarından her tanesi, bir kalem ile beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “hadsiz şükür olsun” dedirtti. Bir miktar sonra Risale-i Nur’un gizli düşmanları fütuhat-ı Nûriye’yi çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmiye başladı. Birden inâyet-i Rabbâniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere edilen Nur Risalelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar, onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkid yerinde takdîre başlamalariyle Nur Dershanesi çok genişlendi; maddî zararımızdan yüz derecede ziyade menfaat verdi; sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi. Sonra, gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maârif dairesini, hem zabıtayı, hem dahiliye vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtiyle o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen Risaleleri müsadereye başladılar. Nur Şâkirdlerinin faaliyetine tevakkuf geldi.Benim şahsımı çürütmek fikriyle bir kısım resmî me’murlar hiç kimsenin inanmıyacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işâaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler…” (Lem’alar 258 p2)

«Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitap­larına karşı inat etse ve musalâha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz ha­pistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleş­tirdiğine alâ­mettir ve hükümet, on­ları dinlemeye mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve mânevî mu­sibetler hü­cuma başlarlar.»  (Şualar 337 p2)

“Isparta’da ve Sava’daki taarruz bir derece umumîdir. Risale-i Nur’un intişar ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plândâhilinde Risale-i Nur’un fütuhatına karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neş’eye zarar verdi, bir devre-i tevakkuf açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf sebebiyet veriyor. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i maneviyelerini takviye ediyorlar…”Kastamonu Lâhikası 206 p son)

Bazı tevakkuf ve arızalar (18:79) ayetindeki mesakinin ibretli kıssasındaki hikmet manasında daha büyük tecavüzden kurtarmak için kaderî bir tedbir ve inayet oluyor.

Evet Bediüzzaman Hazretleri geniş sahada Risale-i Nura zarar verebilecek bir muhalefet hadisesini, geniş dairede İslâm inkılâbcısı geliyor zannıyla yapılması muhtemel tecavüzü önlemek hikmetiyle, izah eden yazısının bir kısmında şöyle der:

       “Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni’ olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta’dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta’dil edip adalet etti. “Size kâinatın en büyük mes’elesi olan iman hizmeti yeter” diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi. Sonra lillahilhamd, o muarızı susturdu; o ateşi söndürdü. Fakat münafıklar söndürmemek için çalışıyorlar.” (Kastamonu Lahikası 193 p6)

       İşte böyle şiddetli hücumların yapıldığı ve halkın ürkütül­düğü o zaman­larda dahi ihtiyatla beraber Risale-i Nurun bazı ehemmiyetli parçaları bazı resmî makam sa­hiple­rine gönderili­yordu. Ezcümle bir mektubta şöyle de­niliyor:

«…Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekvâ” namındaki ve yirmi sekiz sene ev­vel Meclis-i Meb’usana hitaben yazılan ve o vakit tab edilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç mad­delik parça, şimdi, bu za­manda Ankara’da bazı meb’usların na­zarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gön­derilmiş. Size de berâ-yı malûmat gönderiyoruz. » (Emirdağ Lâhikası-II 66 p2)

«Bir Maarif Vekili, perdeyi yüzünden kaldırdı ve küfr-ü mutlakı başka bir kisvede gös­terdi. Bizim son gönderdiğimiz müda­faatı daha almadan başka sâika ile o beyannameyi yaz­mış. Gerçi ben o daireye göndermeyi düşünmüyordum; fakat kardeşlerimizin tensibiyle onlara da göndermek hem münasip, hem lâzım oldu­ğunu bu hal gösterdi. Çünkü, herhalde bu derece il­hadda taassup taşıyan bir vekil, Ankara’ya gönderilen evrak ve mahrem risalelere karşı lâkayt kalmazdı. Birden, doğrudan doğruya cerh edilmez müdafaatlar başına vuruldu, çok iyi oldu. İnşaallah, o da­irede dahi Risale-i Nur lehinde kuvvetli bir cereyan uyan­dı­racak.

Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; on­lara, o kısma tes­lim ol­mak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten piş­man olmaktır, belki dinden insilâh etmek­tir. Çünkü o de­rece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yal­nız teslimiyetle ve ta­sannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dün­yaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye da­ya­nıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlerle galebe çalma­sına dua etmekten başka çare yoktur… » (Şualar 334 p son)

«…Bu mes’elemizin tehiri hayırdır. Çünkü bütün mektep­lerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhab­beti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde, onun mahi­yeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve ispat eden Risale-i Nur geçmesi, kemâl-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hadisedir ki, bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, din-i İslâm cihe­tiyle yine ucuzdur » (Şualar 338 p son)

Bu nakledilen nümuneler gibi hayli yazılar, ikazlar ve tebliğler, Risale-i Nur’a karşı çe­kingenlik his­sini telkin eden ve aşağılık duygusunu aşılayan gereksiz gizlilik­ler ve tavizkâr davranışlar iyi netice vermez ve Risale-i Nurda ve hizmet hayatında bu tarz hareket makbul görülmüyor.

( *)Tasnifat: Mânâ külliyetini, muayyen meselelere sınıflamakla tahsis edip tahdid etmek.

ص