“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.”(Şualar 100 p1) diyerek insanın vazife hakikiyesini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri bir temsil ile insanın bu dünyaya, rızık peşinde koşmak için gönderilmediğini belki mühim vazifeler için gönderildiğini şöyle beyan eder;
“İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.”(Şualar 100 p1) diyerek insanın vazife hakikiyesini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri bir temsil ile insanın bu dünyaya, rızık peşinde koşmak için gönderilmediğini belki mühim vazifeler için gönderildiğini şöyle beyan eder;
Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazifeperver; diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: Ne yapıyorsun?
-Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.
Diğer şikemperver ve acemî nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüponun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
-Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet iki vazife, peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki, talim ve harbdir. Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede kalır anlarsın!
İşte ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O taburlara taksim edilen ordu ise, cem’iyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-ı İslâmiyesidir. O iki nefer ise, biri feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki müslümandır. Diğeri: Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise, (başta namaz) ibadettir. Ve o harb ise; nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise; birisi, hayatı verip beslemektir. Diğeri, hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır. Ona tevekkül edip emniyet etmektir. Sözler 22 p son
İnsanın vazife-i hakikiyeyisini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri başkalara yük olmamak için rızkını aramanın mertlik olduğunu ve vazife-i ubudiyetini yaptıktan sonra o rızk-ı helal için çalışmanın ibadet sayıldığını; ancak rızk-ı helalin iktidar ve ihtiyar ile olmadığını belki insanın acz ve fakrı nisbetinde bir Halık-ı Rahim tarafından ona ihsan edildiğini şöyle ifade eder;
…namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir. Sözler 23 p son
Rızk-ı helâliktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızk ikidir:
Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır.
İkinci kısım rızk: İtiyad, israf ve sû’-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçenmecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tabidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki; medar-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatla sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızk için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnetdarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir. Şualar 173 p2
Helal rızkın bir Halık-ı Rahim tarafından insana ihsan edildiğini nazara veren Bediüzzaman Hazretleri helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını da hülâsaten şöyle ifade eder;
Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru’ ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir. Münazarat 38 p son
Büyük İslâm İlmihali’nde Şeriatın beyan ettiği üç nevi maişet yolu şöyle izah edilir:
“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvelâ cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır.
Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır…”
Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:
Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nefakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kesb de bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vâcibdir.” buyurulmuştur.”
İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir. Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir.
Üçüncüsü: “Geniş bir derliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.”
Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır. (Büyük İslam İlmihali sy.417)
Ahirzaman fitnesinde açlığın ehemmiyetli bir rol oynadığını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri bununla ehl-i dalaletin bîçare aç ehl-i imanı maişet derdi içinde boğduruphissiyat-ı diniyeyi unutturmaya çalıştığını şöyle ifade eder;
Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanıderd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Kastamonu Lahikası 140 p son
…bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder. Kastamonu Lahikası 105 p2
Ayrıca bu asrın acib bir hususiyetini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri açlık ve zaruretten dolayı yaşamak damarının şiddetlenmesiyle kişinin vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakmasını da şöyle ifade eder:
اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاۤخِرَةِ
…cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyidine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler.” Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünki hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor. Sikke-i Tasdik-i Gaybi 107 p2
Bu dehşetli ihtikârdan çıkan kaht u galâ ve açlık ve zaruret, yaşamak damarını şiddetle yaralandırıyor. Bu yara, hissiyat-ı ulviye-i diniyeyi bir derece susturmaya vesile olup, ehl-i dalalete yardım ediyor. Herkes midesini düşünmeye başlıyor. Kalb, hakikatten ziyade ekmeği düşünüp hayata, yaşamağa yardıma koşup, vazife-i hakikiyesini ikinci derecede bırakır. Kastamonu Lahikası 193 p son
Ahirzamanın tahribatına mukabil yüz binler tamiratçının olması gerektiğini, hizmet-i imaniyenin hayat-ı bâkiyeye baktığı için fani hayatın meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek gerektiğini bunun ise terk edilemeyen bir farz olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri fitne asrında dini hizmetin elzemiyetini şöyle ifade eder:
…Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabilyüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken… Emirdağ Lahikası I / 51 p son
Toplumun refah ve saadetini dini salahiyete bağlayan Bediüzzaman Hazretleri fitne asrı olan bu zamanda dini hizmetin elzemiyetini bir kez daha şöyle ifade eder;
Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, “Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar.” Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.
اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌdurub-u emsal hükmüne geçmiştir. Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaçve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığıve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.
İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur. Lem’alar 122 p3
Meselemizle alakalı zikri gereken bir hususta insanların ekserisi dünyayı imar ederlerken Kur’anın emriyle (9:122) bir kısmının da dine hadim olmaları gerekir.
İşte Bediüzzaman Hazretleri dinin hadimlerinin meşgul olduğu vazifenin bütün vazifelerden daha ehemmiyetli olduğu şöyle ifade eder;
…madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.
Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُحَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetinitekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. Lem’alar 173 p3
Ahirzamanın manevi tahribatına mukabil tamire çalışan manevi cihad ehlini dünyevi meselelerle meşgul etmenin yanlış olduğunu ifade eden Bediüzzaman Hazretleri bunu bir hadise münasebetiyle şöyle dile getirir;
Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakıyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakıyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.
Ben bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.” Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır. Kastamonu Lahikası 124 p2
ص