Allah’a iman mes’elesinin isbatındanönce, bu mevzuya aid bazı esasları ele alıyoruz:
1. İman, herkesin kabul etmesi zaruriolacak kadar bedihi olmaz.
2. İmanın azametli mes’elelerini dar akıllar ihata edemeyip istib’ad ile inkara düşmemelerine dairdir.
3. Nokta-yı nazar, mana-yı harfi ve nazar-ı insaf. Yani: “Bakış tarzı ve niyet” mes’elesidir.
İMANIN BİRİNCİ ESASI
ALLAH’A İMANDIR
Allah’a iman mes’elesinin isbatındanönce, bu mevzuya aid bazı esasları ele alıyoruz:
1. İman, herkesin kabul etmesi zaruriolacak kadar bedihi olmaz.
2. İmanın azametli mes’elelerini dar akıllar ihata edemeyip istib’ad ile inkara düşmemelerine dairdir.
3. Nokta-yı nazar, mana-yı harfi ve nazar-ı insaf. Yani: “Bakış tarzı ve niyet” mes’elesidir.
4. İmanın delilleri, istidlalidir. Yani, eserden eseri yapanı; san’attan, san’at sahibini anlamaktır. Yoksa, mahsusat aleminin, yani, maddi hadiselerin ve varlıkların bilgisi gibi bedihiyattandeğildir.
5. Umumi mes’elelerde, nefy ve inkarisbatedilmez ve ihtisassahibininsözümuteber olur kaidesi nazara alınmalıdır.
6. İmanı, mantık ve ihtiyatzarureti olarak iltizam etmek lüzumuna dairdir.
Bu mes’elelerin beyanından sonra, Allah’ın varlığını, birliğini ve bazı evsafını gösteren delillerinden çok kısa birkaç örnek verilecektir. Şöyle ki:
– 1. ESAS –
İmana ait mes’eleler, herkesin kabul etmesi zaruri olacak kadar bedihî olmaz. Çünkü, dindeki imtihan sırrı bozulur. Şöyle ki:
“İman ve teklifihtiyardairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zarurî olmaz. Tâ ki Ebu Bekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nâdir verilir. Hem dâr-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve tevilli oluyor. Yalnız, Güneş’in mağribden çıkmasıbedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar.…” (Şualar 579 p1)
Şu halde, imana ait mes’elelerde, madde aleminin maddî mes’eleleri ve müsbet fenlerin delilleri tarzında isbat istenemez. Mesela iman, fizik kanunları ile kesin tesbit olunan bir cismin suda batıp batmıyacağı hükmünde farklı düşünen olmadığı gibi kesin olmaz.
– 2. ESAS –
İmanın azametli mes’elelerini dar akıllar ihata edemeyip istib’ad ile inkâra gitmeleri, ilmî bir değer taşımaz. Şöyle ki:
“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-uilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.
Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki; imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.
Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı “iki kerre iki dört eder” derecesinde kat’î isbat etmiş. Meselâ; Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir…” (Şualar 103 p7)
Evet, mevcudatın varlığı ezeli bir varlıktan gelmezse, ya hiçlikten gelecek ve madde ezeli olacak. Başka ihtimal yok. Bu ihtimalin muhaliyeti ise bedihidir.
– 3. ESAS –
Hakikatı ararken lazım gelen nokta-i nazar yani, mana-yı harfi ve nazar-ı insaf yani, bakış tarzı ve iyi niyet mes’elesidir. Şöyle ki:
“Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir
Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…
Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san’at noktasında “ne güzeldir” yerine “ne güzel yapmış Sani’, nasıl yapmış o mâhi”
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigahı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı…” (Sözler 723 p2)
“Cenab-ı Hakk’ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbabhesabına bakmak hatadır.
Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir–iHakikî zihne ve fikre gelmelidir.” (Mesnevi-i Nuriye 51 p2)
Evet,“Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-ifelsefevehikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-inazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-iUsûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ınmakasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.
İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvetile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler. Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyyesi, Kur’anın hakaik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâdamenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ, Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’annazarıyla bakıldığı vakit -Onbeşinci Söz’de izah edildiği gibi- hakikatı şöyledir ki: Semere-i âlemolan insan; en câmi’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zaîf, en latif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.. bütün mu’cizat-ı san’atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi.. nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi.. hadsiz hallakıyet-i İlahiyeninhususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva’-ı sagiresinden cevvadaneicadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatîn-i daimenintohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
İşte Arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren
رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِdiyor. İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazarayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.” (Sözler 350 p3)
Keza “İnsan bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvelâ kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharrieder. Hattâ hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılamaz. Zira sıfatı inhisaraltında değildir.” (İşarat-ul İ’caz 75 p7)
“Sual: Bütün silsilelerin Hâlık’ın vücub-u vücuduna kat’î şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?
Cevab: Kasd ve dikkatle değil, sathî ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkin nazarıyla bakılabilir.….
…. Kezalik nizam-ı âlemdekibütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şamilbir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gafleteden gafiller, sathî nazarlarınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.” (İşarat-ul İ’caz 89 p2)
“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatıngayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyetegider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestaîolur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni’i inkâr eder veya Hâlık’a “mûcib-i bizzât” der.” (Mektubat 286 p3)
– 4. ESAS –
İmanın delilleri, istidlalîdir. Yani eserden eseri yapanı; san’attan san’at sahibini anlamaktır. Yoksa mahsusat aleminin yani, beş duyu ile bilinen maddî hadiselerin ve varlıkların bilgisi gibi bedihiyattan değildir.
Evet, “Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir.” (İşarat-ul İ’caz 86 p2)
“…Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebaîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlalsuretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetiniizah etmek için değildir. Çünki Kur’an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetindenmana-yı ismiylebahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakikî’ye istidlalkeyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur… (İşarat-ul İ’caz 118 p son)
– 5. ESAS –
Umumî mes’elelerde nefy ve inkâr isbat edilmez.
“…Meselâ: Ramazan-ı Şerif’in başında hilâligörmek hususunda, iki âmi şahid hilâli isbat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünki isbatta birbirine kuvvet verir, birbirine tesanüd ve icma’ var. Nefiyde ise bir olsa bin olsa farkları yoktur; herkes kendi başına kalır, infiradî olur. Çünki isbat eden harice bakar ve nefs-ül emre göre hükmeder.….
…. Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki, “hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturdur. Meselâ bir şeyi dünyada var diye ben isbat etsem, sen de “dünyada yok” desen; benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.” (Şualar 100 p son)
– 6. ESAS –
İmanı, mantık zarureti olarak iltizam etmenin lüzumudur. Şöyle ki:
“Bütün varlıklar sonradan yaratıldığından, yani ezelî olmadıklarından ve hiçbir sebeb yokken yani mutlak hiçlikten de varlık olamayacağı bedihi olduğundan, Allah’ın ezeliyet ve vacibiyetini kabul etmek zaruridir. Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayan, muhal ve imkânsız olan maddenin ezeliyetini veya mutlak hiçlikten varlık doğacağını aklına nasıl sığıştırabilir? Evet, ilk icad itibariyle bu üç yoldan başka imkân yoktur.” (İslâm Prensipleri Ans: 219. P.)
Keza Allah’ı “tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir.” (Sözler 280 p1)
Evet, Allah’a inanmamak farz-ı muhal isabetli olsa, dünyada hiçbir maslahatı yok. Fakat inanmamanın zarurî neticesi olarak düşünülen ölümle sonsuz yok olma anlayışı, bu hayatta cehennemden beter bir azab sebebidir. Ahirette de neticesi ebedî cehennemdir.
İnanma ise, farz-ı muhal isabet etmese, dünyada hiçbir zararı yok. Ölüm sonrası dahi inanmayanla eşit olur. İsabet etme halinde ise, sonsuz saadettir.
Binaenaleyh, inanma tarafını tercih etmek mantıken zaruridir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin yazdığı Tabiat Risalesi’ndeki tabiatçılık fikrinin asılsızlığını ve imkânsızlığını isbat eden bahisden birer kısa örnek:
Şimdi bu altı esastan sonra imanın altı rüknünden Allah’a iman rüknünün isbatına başlıyoruz.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
“Şu âyet-i kerime, istifham-ı inkârî ile “Cenab-ı Hak hakkında şekk olmaz ve olmamalı” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor….
….Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud san’atlı ve hikmetlivücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcudvücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni‘, gayr-ı kabil oldukları kat’î isbat edilse; bizzarureve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.
AMMA BİRİNCİ YOL Kİ:Esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.
BİRİNCİSİ: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hakeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz,hasiyetini gösteremez. Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarınoksan veya ziyadeolsa, tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.
İşte bu misal gibi; herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve “esbab icad etti” denilse; aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.” (Lemalar 177-178 )
İKİNCİ MUHAL: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki; tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun.. tâ, o parça toprak, menşe’ ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünki çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilirbir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelal’everilmezse; o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için manevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünki tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani müvellid-ül ma, müvellid-ül humuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber, hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarureiktiza ediyorki; o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayatdar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.” (Lemalar 182 p3)
İmanın altı esasının, bütün delilleriyle birbirlerini telazumen isbat ettiğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“…İman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur. Öyle ise bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında bir tek rüknü, belki bir hakikatı ibtal edip inkâr edemez.Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur.” (Şualar 237 p2)
Bu mes’elenin daha geniş izah ve isbatı, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar isimli eserin 9. Şua’ındadır.
İMANIN İKİNCİ ESASI
MELEKLERE İMANDIR
“Melaikenin vücuduna ve ruhanilerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma’-ı manevi ile-tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmiyerek ittifak etmişler denilebilir. Hatta maddiyatta çok ileri giden hükema-yı İşrakiyyunun Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmiyerek “Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır”derler. Melaikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın İşrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukul-ü Aşere ve Erbab-ül Enva” diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar”gibi her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadı ile bulunduğunu kabul ederek o namlarla tesmiye ediyorlar. Hatta akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemadat derecesine manen sukut etmiş olan Maddiyyun ve Tabiiyyun dahi, melaikenin manasını inkâr edemiyerek (*)“Kuvayı Sariye” namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.” (Sözler 509 p son)
“Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malum olur. Çünki kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur.Madem öyledir; işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanilerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma’ etmişlerdir. Acaba hiçbir ferd melaikelerden bilbedahe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddid eşhasın vücudu kat’i bilinmezse, hem onların bilbedahe, bilmüşahede vücudları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki: Böyle bir icma’ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin. Hem hiç mümkün müdür ki: Şu itikad-ı umuminin menşe’i, mebadi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın…”(Sözler 5ll p2)
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
تَنَزَّلُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ ٭ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
…. Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi: Hakikatkat’iyyen iktizaeder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasib bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahluklarla doldurulması, arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevil-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar.
Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar. Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik san’atlı tezyinat ve o manidar mehasin ile ve hikmetdar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefekkir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını taleb eder…”(Sözler 504 p1)
Bu mevzunun tafsilatını isteyenler Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler Mecmuası’ndan 29. Söz’ün Mukaddimesi ve Birinci Maksad başlıklı kısmı ve aynı eserden 24. Söz’ün 4. Dal-Birinci Kısmı ve Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde geçen Melâike bahislerini okumalıdır.
İMANIN ÜÇÜNCÜ ESASI
SEMAVÎ KİTAPLARA İMAN
Kuran’ın Allah kelamı olduğunu isbat eden pek çok delillerden kısaca birkaç örnek verilecek. Şöyle ki:
“Derece-i i’cazda belâgat-ı Kur’aniyedir…. benî-Âdemin en dâhî ediblerini, en hârika hatiblerini, en mütebahhir ülemasını muarazaya davet edip binüçyüz senedir meydan okuyor, onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semavata vuran o dâhîler, ona muaraza için ağız açamayıp kemal-i zilletle boyun eğdiler….Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıbrevaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti:
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten i’dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de i’dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i’dam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.”
İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, bir-iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin?…” (Sözler 368 p3)
Kuran’ın gelişinden asırlarca sonra keşfedilen, elektrik, tayyare, televizyon ve fonoğraf gibi pekçok harika fennî keşfiyatları, insanların düşünmeleri mümkün olmadığı o cahiliyet devresinde Kuran’ın onlara işaret edip haber vermesi, Kuran’ın Allah kelamı olduğunu gösteren delillerden birisidir. Nümune olarak birkaç kısa misalini görelim:
“Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden
وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍâyet-i kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim zahiren ve bâtınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor.Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in işaratından fehmettiğime göre, mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir.”(İşarat-ul İ’caz 206 p son)
“Yine telahuk-u efkâr ile, tayyare gibi icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev’-i beşer, غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَ رَوَاحُهَا شَهْرٌâyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.” (İşarat-ul İ’caz 207 p son)
لَوْلاَ اَنْ رَآ بُرْهَانَ رَبِّهِâyet-i kerimesinin -bir kavle göre- işaret ettiği gibi, Hazret-i Yusuf’un (A.S.) Ken’an’da bulunan babasının timsalini görür görmezZeliha’dan geri çekilmesi; ve kervanları Mısır’dan avdet ettiğinde Hazret-i Ya’kub’un
اِنِّى لاَجِدُ رِيحَ يُوسُفَyani “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” demesi; ve bir ifritin Hazret-i Süleyman’a “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs’ın tahtını getiririm” demesine işaret edenاَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَâyet-i kerimesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt,suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata nümune ve me’hazdirler.” (İşarat-ul İ’caz 208 p3)
“Meselâ: وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاdaki “Lâm”; hem kendi manasını, hem “fî” manasını, hem “ilâ” manasını ifade eder. İşte لِمُسْتَقَرٍّ in “Lâm”ı, avam o “Lâm”ı “ilâ” manasında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı müteharrik bir lâmba olan Güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, sizefaidesidokunmayacak bir suret alacaktır, anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelal’in Güneş’e bağladığı büyük nimetleri düşünerek “Sübhanallah, Elhamdülillah” der. Ve âlime dahi o “Lâm”ı “ilâ” manasında gösterir. Fakat mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek Güneş’in cereyan-ı surîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı âlemi düşündürerek Sâni’-i Hakîm’in san’atına “Mâşâallah“ ve hikmetine “Bârekâllah“ diyerek secdeye kapanır. Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa “lâm”ı “fî” manasında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrayı halkedip tanzim eden Sâni’-i Zülcelaline karşı kemal-i hayret ve istihsan ile “El-azametü lillah ve-l kudretü lillah” der felsefeyi atar, hikmet-i Kur’aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu “lâm”ı, hem illet manasında, hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: “Sâni’-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlahîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş’le bağlamış ve o cazibe ile muhtelif fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o cazibeyi tevlid için Güneş’in kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebeb etmiş. Demek لِمُسْتَقَرٍّ manası:فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَاyani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. İşte şu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur’anın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdülillah Kur’andadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam” der.” (Sözler 393 p2)
Yaradılışa ve maddiyata dair mes’elelerde Kur’an mübhem geçmiştir, diyen bazı mu’terizlerin şüphelerine bir cevab:
“Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakkivardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes’elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayri bir faide vermezdi. Meselâ: Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükûnuna, Arzın hareketine (*) ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i ilahiyeyi anlayasınız.”demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir. (İşarat-ul İ’cazll7 p1)
Bazı Avrupalı feylesofların Kuran’ın yüksek hususiyetlerine dair beyanlarından birkaç kısa nümune:
Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:
“Ben bütün Kütüb-ü Semaviyeyi tedkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’anını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani Kur’an Allah kelâmı olduğu bedihîdir.”” (Hutbe-i Şamiye 31 p5)
“Kur’anın lisanı, nezahet ve belâgat itibariyle nazirsizdir. Kur’an bizâtihî muhteşem bir mu’cizedir
Kur’anın mutaassıb münekkidi ve mütercimi Corsele (Korsel) diyor ki:
Kur’an, Arabcanın en mükemmel ve pek mevsuk bir eseridir.Müslümanların itikadı veçhile; bir insan kalemi, bu i’cazkâr eseri vücuda getiremez. Kur’an bizâtihî daimî bir mu’cizedir; hem öyle bir mu’cize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu isbata kâfidir.Muhammed (A.S.M.) bu mu’cizeye istinaden, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şâir ve hatiblere meydan okuyan Kur’an, bir âyetine bir nazire istemiş; hiçbir kimse bu tahaddîye karşı gelememişti. Burada yalnız bir misal irad ederek, bütün büyük adamların, Kur’anın belâgatına baş eğdiklerini göstermek isterim.
Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) zamanında, Arabistan şâirlerinin şehriyarı Şâir Lebid idi. Lebid, muallakattan birinin nâzımıdır. O zaman putperest olan Lebid; Kur’anın belâgatı karşısında lâl kalmış, bu belâgatı en güzel sözlerle ifade etmişti. Kur’anın belâgatı karşısında hayran kalan Lebid, Müslümanlığı kabul etmiş, Kur’anın ancak bir peygamber lisanından duyulacağını söylemiştir.”(İşarat-ul İ’caz 219 p son)
“Kur’an âyetlerini nüzul tarihine göre tercüme ve tertib eden İngiltere’nin en mutaassıb papazlarından Rodwell (Radvel), şu hakikatları itiraf ediyor:
Kur’an Arabistan’ın basit bedevilerini öyle bir istihaleye uğratmıştır ki, bunların âdeta meshur olduklarını zannedersiniz. Hristiyanların telakkisine göre Kur’anın nâzil olmuş bir kitab olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur’an putperestliği imha, Allah’ın vahdaniyet akidesini tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri izale, bütün hurafeleri istîsal, taaddüd-ü zevcatı tahdid ile, bütün Arablar için İlahî lütuf ve nimet olmuştur. Kur’an bütün kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr herşeyi bilen Kadir-i Mutlak sıfatıyla Zât-ı Kibriya’yı takdis ve tebcil ettiğinden, her sitayişe şâyandır.
Kur’anın ifadesi veciz ve mücmel olmakla beraber; en derin hakikatı, en kuvvetli ve mülhem hikmeti takrir eden elfaz ile söylemiştir. Kur’an, devamlı memleketler değilse de, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevi olduğunu isbat etmiştir.” (İşarat-ul İ’caz 220 p4)
Geniş tafsilat için Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler Mecmuası’nın 20. ve 25. Söz’lerine ve aynı Külliyat’tan İşarat-ül İ’caz adlı tefsire ve aynı Külliyat’ın müteferrik yerlerindeki Kuran’ın i’cazî nüktelerine bakılmalıdır.
İMANIN DÖRDÜNCÜ ESASI
NÜBÜVVETTİR
NÜBÜVVETİN LÜZUMU: “Şu kâinatın Sahib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıile, en yüksek isti’datta ve en âlî ahlâkta ve nev’-i beşerin humsu onu iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nurani kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-i rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacakve konuşmuş ve resul yapacak ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.” (Mektubat 89 p2)
“…Madem nev’-i beşerde nübüvvet vardır. Ve yüzbinler zât, nübüvvet dava edip mu’cize gösterenler, gelip geçmişler. Elbette umumun fevkinde bir kat’iyyet ile, nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) sabittir. Çünki İsa AleyhisselâmveMusa Aleyhisselâm gibi umum resullere nebi dedirten ve risaletlerine medar olan delail ve evsaf ve vaziyetler ve ümmetlerine karşı muameleler; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’da daha ekmel, daha câmi’ bir surette mevcuddur.Madem hükm-ü nübüvvetin illeti ve sebebi, Zât-ı Ahmedî’de (A.S.M.) daha mükemmel mevcuddur. Elbette hükm-ü nübüvvet, umum enbiyadan daha vâzıh bir kat’iyyet ile ona sabittir.” (Mektubat 91 p2)
“…Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasılki vücud ve vahdaniyet-i ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (A.S.M.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (A.S.M.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır.Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zat’ın (A.S.M.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zatın sadıkiyetine şehadet ediyorlar…” (Şualar l29 p son)
“…Muhammed-i Arabî (A.S.M.)’a bak ki: O Zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş Enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lisaniyle söylemiştir. Ve onların ahralini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nübüvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki O Zat, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masumruhuyla zaman ve mekânı tayy ederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh O Zatın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o zatın nübüvvetini isbat eder.” (İşarat-ul İ’caz l08 p son)
“Zebur’da, yetmişikinci babında şu âyet var: “Bahirden bahire malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına kadar malikolan… ve kendisine Yemen ve Cezair Mülûku hediyeler götüreler… ve padişahlar ona secde ve inkıyad ederler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna… ve envarı, Medine’den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede. onun ismi, Şemsin vücudundan evvel mevcuddur. onun adı, Güneş durdukça münteşir ola.”İşte şu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’dan başka hangi Nebi gelmiş ki, Şarktan Garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku cizyeye bağlamış ve padişahları, kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envarı Medine’den parlamış kim var, kim gösterilebilir?” (Mektubat l68 p son)
Bu bahsin tafsilatı için, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat Mecmuasının 19. Mektubuna ve aynı Külliyat’ın müteferrik yerlerine bakılmalıdır.
İMANIN BEŞİNCİ ESASI
HAŞİR YANİ AHİRETTE TEKRAR DİRİLMEDİR
Haşir meselesinin hakikatını anlatmak için Kur’an muhtelif cihetlerde deliller zikreder. Evet: “Kur’an kâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:
اَوَ لَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ
tâ surenin âhirine kadar… İşte şu bahiste haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm, haşri isbat için yedi-sekiz surette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvelâ neş’e-i ûlâyı nazara verir. Der ki: “Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrayı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir…””(Sözler 424 p2)
Keza maziyi halkedenin müstakbeli de halketmeye kadir olacağı yakiniyat-ı akliyedendir. Evet“ilim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i maziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir mukayese yap:
Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra mevcudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp perderpey vücuda çıkan evlad ve ahfadın arasında bir tefavüt var mıdır? İyice bak! Evvelki kısım ilim ve ittikan ile Sani’in masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sani’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da, Sani’in ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evladının icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, Sani’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna şehadet eden bir takım mucizelerdir.”” (Mesnevi-i Nuriye 240 p4)
“Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin; adelet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafi, manasız iş yapsın!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zihayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti, nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zata benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, herbir tarafında binler zinetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun dasonra ona dam yapmasın; her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşa ve kellâ!” (Sözler 84 p2)
Hem ahirette mükâfat ve cezanın bulunmasının gerekliliğine işaret eden
“…وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِgibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hülâsası şudur ki:
Âlemde çok görüyoruz ki:Zalim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini müsavi kılar.Eğer şu müsavat nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki zulümden tenezzühü, kâinatın şehadetiyle sabit olan adalet ve hikmet-i İlahiye, bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden; bilbedahe bir mecma’-i âheri iktiza ederler ki; birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münasib tecziye ve mükâfat görüp adalet-i mahzaya medar ve hikmet-i Rabbaniyeye mazhar ve hikmetli mevcudat-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin. Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet insanın cevheri büyüktür. Öyle ise, ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir, öyle ise cinayeti dahi azîmdir. Sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fena-yı mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış bekliyor. Cennet ise ağuş-u nazdaranesini açmış gözlüyor.”(Sözler 524p3)
Haşir hakkında geniş izahat için, Risale-i Nur Külliyatı’ndan 10. Söz’e ve aynı Külliyat’ın pek çok yerlerindeki haşri anlatan bahislere bakılmalıdır.
İMANIN ALTINCI ESASI
KADER YANİ HAYIR VE ŞER ALLLAH’TANDIR
Kader, hem insanların hayatî hadiselerine, hem bütün varlıklara ve hadisat-ı aleme bakar.
“Kader kelimesi (kadr) kökündendir. Kadr kökü ise, ayarlamak, kıymetini bilmek, daraltmak, gücü yetmek, ölçülü ve maksada uygun muayyen şekil vermek ve muayyenlik gibi manalara gelir. Kadir(kudretli), makdur (kaderlenmiş), takdir(bir şeye kaderini ve lâyık olduğu hüküm ve hususiyetlerini vermek), mikdar(muayyen kısım veya şekil) kelimeleri de aynı köktendir.
Kâinattaki maddi veya manevi herşey, bütün hususiyetleriyle Allah tarafından takdir, ta’yin ve tanzim edilmiştir ve edilir. Kâinata hâkim olan kaderi kabul etmemek; herşeyde görünen intizam, mizan, çok büyük maqslahatları taşıyan muayyen şekil ve tertibleri, tesadüfe veya şuursuz ve mevhum tabiata isnad etmek gibi akla ve ilme aykırı bir anlayışa hak vermek demektir ki, akıl, mantık ve ilim bunu reddettiğini, eserlerinin muhtelif yerlerinde izah eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse… binler müşkilat değil, belki yüz muhalât ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.” (Lemalar l93 p1)
“Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imanîyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir mukaddeme ile göstereceğiz.
Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını
وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍgibi, pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı kebirinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler, birer şahiddir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgâhından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik, ona tevdi edilmiştir ki; kudret, o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek bütün vakıatı ile çekirdeğinde yazılı hükmündedir.Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur.
Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda meyve ve faidelerin yerini tanır görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevînin ve o mikdarın emr-i manevîsiyle zerreler hareket ederler. Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir.” (Sözler 468 p son)
Not: Yukarıda bahsi geçen “Kader kalemiyle çekirdeklerdeki yazı” ile alâkalı olarak fünun-u cedide ehlinin bir itirafı:
“İnsanın biçimlenmesi kromozomlarda bulunan kodlarla adeta programlanmıştır. Bu kodların tamamı, kullandığımız yazı ile yazılsaydı l000 ciltlik büyük bir ansiklopedi olurdu.” (Bilim ve Teknik cilt: 8. sayı 2l3 sh:35)
“Afakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin.”Mealindeki âyetin küllî hakikatlerinden bir cüz’ü olarak yukarıda nakledilen itirafı telakki edebiliriz.
İnsanların ef’al-i ihtiyariyelerine talluk eden kader ise, insanların cüz’-i ihtiyariyelerinin temayülüne göre lâyık oldukları muamelelerin, Allah tarafından ezelen bilinip takdir edilmesidir manasında olarak eserlerinde izahat veren Bediüzzaman Hz. diyor ki:
Evet“Şu kâinatta tasarruf eden zatın muhit bir ilmi vardır.Ve her şeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.”(Mektubat 243 p5)
Kuran’da kaderi bildiren ayetler vardır. Ezcümle 25/2 ayeti: Herşey üzerinde kaderin hükmettiğini; 57/22 ayeti; Levh-i Mahfuzda herşeyin mukadder olduğunu bildiren âyetler, örnek verilebilir.
Kader mevzuunun tafsilatını öğrenmek için, Risale-i Nur Külliyatı’nın Sözler Mecmuası’ndan 26. Söz’ü ve aynı külliyatın muhtelif yerlerinde kaderle ilgili kısımları görmek gerektir.
(*)Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatını inkâra mecal bulumamışlar, belki fıtratın namuslarından “kuva-yı sariye” diye “cerayan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. (Ey kendini akıllı zanneden!..)
ص