Beşte Bir Olan Keyifli Hevesat
Bu derleme Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektupta geçen “keyifli hevesat, beşte bir olmalıdır.” İbaresinin yanlış anlaşılmalara mahal vermemesi adına hazırlanan ilmi bir tahlildir. Emirdağ Lahikası adlı eserdeki Mektub’un mevzuumuzla alakalı olan kısmı aynen şöyledir;
…Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesiاِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّب âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı A’zam tarafına sevketmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır. Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev’-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak; o radyoları herşeyden evvelkelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah’ın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatları ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.
Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat,beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerintenbelliğine ve sefahetine ve lüzumluvazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.
Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı,Kur’anı dinlemek içinodama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hissekelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım.
İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarakbeşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe,beşte dördü olacak.
Emirdağ Lahikası II / 67 p2
Meselenin anlaşılması adına en evvel insana verilen göz ve kulak gibi cihazların veriliş hikmetleri ile bu cihazların kendilerine mahsus ubudiyet ve mükafatları üzerinde biraz durulması gerektiği kanaatindeyiz. Şöyle ki;
Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif a’za ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile, techiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pekçok âlât ile, hadsiz enva’-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ binbir esmasınınhadsizenva’-ı tecelliyatlarını,insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazatın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti,ubudiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti,elemi,vazifesi ve mükâfatı vardır.
Sözler 646 p son
Evet paragraftan da anlaşılacağı üzere Cenab-ı Hak insanın vücuduna maddi ve manevi birçok cihazat yerleştirmiştir. Ve bu cihazatın her birinin hizmeti ve ubudiyeti ayrı ayrı olduğu gibi lezzeti, elemi, vazifesi ve mükafatı da ayrıdır. Şualar’da geçen şu cümle;
…lisan,göz ve kulak gibi a’zaların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir.
Şualar 229
Yine bu cihazların kendilerine mahsus birer ubudiyet ve mükafatları olduğunu bildirmektedir. Binaenaleyh kendine has ubudiyette sarf olunmayan ve su-i istimal edilen cihazlara mahsus birer mücazatın da olacağı unutulmamalıdır.
Hem yine Sözler mecmuasında, insanın beş temel azasından biri olan kulağın vazifesi şöyle anlatılır;
…Meselâ kulak,sadâların enva’larını,latif nağmelerini ve mesmuat âlemindeCenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder.Ayrı bir ubudiyet,ayrı bir lezzet,ayrı da bir mükâfatı var.
Sözler 646 p son
Evet görüldüğü üzere kulağın vazifesi kainattaki sedaları ve nağmeleri dinlemek olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri aşağıdaki paragrafta ise kainatın baştan başa azim bir musika-i zikriye olduğunu şöyle izah eder;
Semayı dinle. Nasıl “Ya Celil-i Zülcemal” diyor. Ve arza kulak ver. Nasıl “Ya Cemil-i Zülcelal” diyor. Ve hayvanlara dikkat et. Nasıl “Ya Rahman, Ya Rezzak” diyorlar. Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cebhesinde yazılı. Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat,azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor.
Sözler 334 p2
Kulağın manasız eğlencelerle meşgul edilmesi yerine, masumane eğlencelerde çalıştırılması gerektiğini belirten Bediüzzaman Hazretleri, aksi durumda lehviyatların kişiyi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan aşağı düşüreceğini şöyle ifade eder;
Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek,güvercinlerle oynamak,mektub postacılığı yapmak,papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriyekulağına gelsin ve dağ,binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti’ birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin,hem müstaid olduğun kemalâtadaseni şevk ile sevk etsin.Öteki lehviyat gibi,insaniyetin iktiza ettiğimakamdan seni düşürtmesin.
Sözler 260 p son
Buraya kadar nakledilen paragraflardan da anlaşılacağı üzere kulak, Cenab-ı Hakk’ın insan vücuduna taktığı ehemmiyetli cihazlardan birisi olup, kendine mahsus olan ubudiyeti yerine getirmesi durumunda kainatı bir zikirhane olarak görür, Esma-i İlahiyenin nağmelerini dinlemeye başlar. Dünyanın yanı sıra cennette de kendine mahsus cismani lezzetleri alır.
Eğer levhiyata meyleder ve günahlara dalarsa insanı, insaniyetin iktiza ettiği makamattan düşürür ve en nihayetinde kendine mahsus bir mücazata müstahak olur.
Kulağa ait bu vazifeler anlaşıldıktan sonra tekrar meselemize dönebiliriz.
Medeniyetin edebiyat ve belâgatıyla Kur’an’ın edeb ve belâgatini kıyaslayan Bediüzzaman Hazretleri; edebiyat ve belagatin tesir-i üslub itibariyle ya hüzün veyahud neş’e vereceğini söyler. Medeniyetin verdiği hüznün yetimane bir hüzün olduğunu ve verdiği neş’enin de nefsi, hevesata teşvik ettiğini dile getirir.
Buna karşın Kur’an’ın verdiği hüznün ulvi bir hüzün olduğunu ve verdiği neş’nin ise nefsi susturup, cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevk edip, şevke getirdiğini şöyle izah eder;
Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da,Kur’anın edeb ve belâgatına karşı nisbeti:Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümidsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümidkârane bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvîfedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki edeb ve belâgat, tesir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakd-ül ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalalet-âlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firak-ul ahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nur-efşan Kur’anın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullahabeşeri sevkeden ve şevke getirenKur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir.
Sözler 411 p2
Bediüzzaman Hazretleri İşarat-ül İ’caz Tefsirinde, Kulağın muazzam vazifelerini anlatırken küfrün bu nimeti tıkadığını ve kulağın artık o yüksek vazifeleri yapamaz hale geldiğini ifade eder.
Evet, iman ile asli vazifesini yerine getiren bir kulağın, Rabbani aşkları intibaha getirip, kalbleri ve ruhları nurani alemlere götürerek lezzet ve zevklere gark edeceğini belirten Bediüzzaman Hazretleri, küfürle perdelenen bir kulağın ise ulvi hüzünler yerine yetimane hüzünler ve nefsani ve şehevi hisler vereceğini ifade eder.
Ayrıca şeriata göre ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden seslerin, helâl ve yetimane hüzünleri ihsas edip, nefsanî şehevatı tahrik eden seslerin ise haram olduğuna değinen Bediüzzaman Hazretleri, şeriatın tayin etmediği kısımların ise, kişinin ruhunda, vicdanında yaptığı tesire göre hüküm alacağını şöyle belirtir;
Ve keza, وَ عَلَى سَمْعِهِمْ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimetikaybettiklerine işaret edilmiştir. Hattâ kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde, rüzgârların terennümatını,bulutların na’ralarını,denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza yağmur, kuş ve saire gibi her nev’den Rabbanî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü âvâzlarla, çeşit çeşit terennümatlakalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder. Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman,o leziz, manevî yüksek savtlardan mahrum kalır.
Ve o lezzetleri îras eden âvâzlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur. Bu sırra binaendir ki, şeriatçabazı savtlar helâl,bazıları da haramkılınmıştır. Evet ulvî hüzünleri,Rabbanî aşklarıîras eden sesler, helâldir.Yetimane hüzünleri,nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanınayaptığı tesire göre hüküm alır.
İşarat-ül İ’caz 70 p3
Bediüzzaman Hazretleri Lemaat’ta hüzn-ü Kur’anî veren aletlerin zarar vermeyeceğini fakat hüzn-ü yetimi veya şevk-i nefsaniyi veren aletlerin ise haram olduğunu söyler ve bu durumun kişilere göre farklılık arz edeceğini şöyle anlatılır;
…yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana,heves olur münbasit;ruha ferah veremez.
Kur’anın şevki ise:Ruh düşer heyecana,şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.
Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip,bir kısmıhelâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet,zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse,âlet haramdır.Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.
Sözler 737 p16
Yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere Şeriat-ı Muhammedi (A.S.M) bir kısım sesleri helal, bir kısım sesleri haram kabul ettiği halde bazı seslerin ise hükmünü tayin etmemiştir.
Acaba şeriatın tayin etmediği bu kısım seslerin dinlenilmesi herkesin kendi heva ve hevesine göre serbest mi bırakılmış, yoksa bu kısımla alakalı da bazı ölçüler var mıdır? Böyle bir sualin cevabını bulmak için yaptığımız tahkikata cevap olacak mahiyette Lemaat’te geçen Bediüzzaman Hazretlerinin şu izahı cay-ı dikkattir. Şöyle ki;
Kâmilîn insanlarınzevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet,çocukça bir hevese,sefihçe bir tabiat sahibinehoş gelmez,
Onları eğlendirmez.Bu hikmete binaen,birzevk-i süflî,sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet,mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki ona ayar edemez…
Sözler 736 p3
Bediüzzaman Hazretleri aşağıda nakledeceğimiz elyazma bir mektubunda haram olmayan sefahat ve levhiyatın kamil olmayan insanlarda süfli hisler uyandırdığı ve aynı seslerin kamil olan insanlarda ise ulvi hisler uyandırdığı hakikatinden yola çıkarak bu tarz seslerin kamil insanların geçici olarak kulaklarına gelmesinin inşallah hüsn-ü niyetle zarar vermeyeceğini şöyle anlatır;
Aziz Sıddık Kardeşlerim
Medrese-i Yusufiyenin birden açılmaları biçare mahbuslara bir bayramdır. Ve çobanların kavalı ve Mevlevilerin ney’i ve dervişlerin tekkelerde def çalmaları gibi, burada düdük ve def çalınmasıdinleyenlere ya Şafi mezhebini taklid veya ehl-i tarikatın Mevlana Celaleddi’nin fetvalarına ve Kur’anın neş’e ve şevk-i uhrevi veren ve toprağı altın yerine çeviren bir nev’i müsaadesine ve ehl-i kalbe mahsusharam olmayan aynı sefahat ve lehviyatta bir çeşit zevk-i maneviyye te’minine binaenmuvakkaten dinlenebilir. İnşaallah hüsn-ü niyete ve sırriylesize zararı olmaz. Hem istemeden kulağa kendi kendine gelen çalgı sesleri, zararı yoktur. Fıtratımda ziyade şefkat bulunmasından hapistekilerin sıkıntıları ve teneffüse beraber çıkmamaları beni sıkıyor. Sıkıntılarıma yüz derece sıkıntıları ilave ederdi. Bu hal beni sıkıntılardan kurtardığı için hem kendimi, hem onları tebrik ederim.
Elyazma Emirdağ Lahikasından SAİD NURSİ (R.A)
Mübah sayılan ve kişinin hususi durumuna göre değişebilen bazı nağmeler süfli insanlarda süfli hislerin inkişafına sebeb olmaası nedeniyle ,–yukarıda zikredilen hakikatler müvacehesinde- mümkün ise o mübah yol dahi terk edilmelidir. Zira böyle süfli insanların dinde laubali olan sınıftan olduğu herkesçe bilinen bedihi bir hakikattir. Mektubat’ta geçen şu ifade böylelere karşı takınılması gereken tavrı bizlere ders vermektedir;
…Lâübalilerruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.
Mektubat 478 p4
Lem’alar’da geçen bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri dünyanın fani ve fena yüzünü gösterip insanları Kur’anî bir hayata sevk ederken bahsimiz olan beşte bir hevesatın masumane eğlenceler tarzında olması gerektiğini şöyle belirlemektedir;
…Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerinperdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunugüldürecek, sevindirecek,meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane,gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir…
Lem’alar 274 p son
Ayrıca külliyat-ı Nur’un müteaddit yerlerinde insanlarda süfli hisleri uyandıran sesler takbih edilmiştir. Numune olarak birkaçını nazar-ı dikkatinize havale ederiz;
Yedinci sözde anlatılan temsili hikayecikte, şeytan ve şakirdlerinin insanları kandırmak için kullandığı desiselerden bazıları zikredilirken, bu desiseler içerisinde şarkıların da ehemmiyetli bir yer tuttuğu görülmektedir. Şöyle ki;
…Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü suretler, fantaziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi. Karşısında durdu. Ona dedi:
-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şuhoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.
Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?
Cevab: Bir tılsım.
-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.
S- Hâ, şu ellerindeki nedir?
C- Bir ilâç.
-At şunu. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.
S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?
C- Bir bilet. Bir tayinat senedi.
-Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
Birden sağ cihetinden ra’d gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semavî dediğini desin.”
Sözler 30 p son
Ramazan-ı Şerif’in teravih vaktinde neş’e ve sürur içerisinde sarhoşçasına heveskarane şarkıları hem de bazen kızların sesleriyle radyolarda merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesinin umumi musibetlerin gelmesine sebeb olduğu Sözler’de şöyle anlatılır;
Birinci Sual: Bu büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm manevî bir musibeti olarak, şu zelzelenin devamından gelen korku ve me’yusiyet ekser halkın ekser memlekette gece istirahatını selbederek dehşetli bir azab vermesi nedendir?
Yine manevî cevab: Şöyle denildi ki: Ramazan-ı Şerifin teravih vaktindekemal-i neş’e ve sürur ile sarhoşçasına gayet heveskâraneşarkıları ve bazan kızların sesleriyleradyo ağzıyla bu mübarek merkez-i İslâmiyetin her köşesinde cazibedarane işittirilmesi, bu korku azabını netice verdi.
Sözler 171 p3
Nur’un tokadını yiyen bu iki gencin hikayesi ise meselemiz açısından gayet ehemmiyetlidir. Şöyle ki;
Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi,evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım gördüm ki; hilaf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilaf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı âdet olarak Ömer, başka hapse gönderildi.
Şualar 334 p2
Hamza namında onaltı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor,başkalarının da iştihalarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: “Böyle yapma, tokat yiyeceksin.” Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.
Şualar 334 p3
Evet, yukarıda zikredilen hakikatlerden de anlaşılacağı üzere bazı sesler şeriatça haram bazıları da helal kılınmıştır. Bir kısım sesler ise mubah sayılmıştır ki; bunların hükümleri dinleyen insanlara göre farklılık arz etmektedir.
Bu farklılığın insanlarda oluşturduğu hislere göre belirleneceğini ifade eden Bediüzzaman Hazretleri ulvi hisler uyandıran seslerin inşallah hüsn-ü niyetle zarar vermeyeceğini ifade ederken süfli hisler uyandıran seslerin ise kesinlikle zarar verdiğini söyler. Kendisi böyle sesleri dinlemekten Müberra olduğu gibi bütün hayatı boyunca da talebelerini böyle seslerden uzak tutmuştur.
ص