Risale-i Nur yani Nurcular her meselelerini Risale-i Nur’dan görürler vegösterirlerve ordaki Kur’anî hükümlere bağlı kalırlar.Bu sabit kaidemiz icabınca bu mevzuyu da Risale-i Nur’dan araştıracağız.Risale-i Nur’da, Kur’an ve hadis tercüme meallerinin okunmasında bilhassa bilim erbabı olmayanlar için bazı mahsurlardan bahsedilir.O mahzurlardan birisi: (Mecaz ve müteşabih ayât ve ehadisin zahir manasını esas almakatan doğar.) Hz. Üstad diyor ki:
MEAL OKUMA HAKKINDA
Risale-i Nur yani Nurcular her meselelerini Risale-i Nur’dan görürler vegösterirlerve ordaki Kur’anî hükümlere bağlı kalırlar.Bu sabit kaidemiz icabınca bu mevzuyu da Risale-i Nur’dan araştıracağız.Risale-i Nur’da, Kur’an ve hadis tercüme meallerinin okunmasında bilhassa bilim erbabı olmayanlar için bazı mahsurlardan bahsedilir.O mahzurlardan birisi: (Mecaz ve müteşabih ayât ve ehadisin zahir manasını esas almakatan doğar.) Hz. Üstad diyor ki:
Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder;hurufata kapı açar.’ (M:473)
Bu mevzuda bazı hocalar dahi böyle müteşabih ve mecaz ayetve hadislarin zahir manasını hakiki ve maksud mâna zannedip bazı kitaplarında yazmışlar. Bu yazıları gören bir kısım avam hakaik-ı İslâmiye cihetinde zarar görmüş bazı müsbet ilim erbabının da hakikatlar mahzeni olan İslâmiyete şübhe ile bakmalarına sebebiyet vermiş. Hz.Üstad bu meseleye atfen diyor ki:
“Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur:Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil’aceb!… Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû’-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes’eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes’elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Ey benim şu kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
Elhasıl: Maksadım: Ol elmas kılınca saykal vurmaktır.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i’lam demektir?..
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.” (Mu:10)
Aynı mesele ile ilgili olarak Hz. Üstaddan soruluyor ki:
“Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki Arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de balık?”(L:90)
Bu suale karşı Hz. Üstad cevabında şu kaideyi söylüyor:
“Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir. Meselâ: Küçüklüğümde Kamer tutuldu. Ben vâlideme dedim: “Neden ay böyle oldu?” Dedi: “Yılan yutmuş.” Dedim: “Daha görünüyor?” Dedi: “Yukarıda yılanlar cam gibi olup, içlerinde bulunan şeyi gösterirler.” Bu çocukluk hatırasını çok zaman tahattur ediyordum. Ve der idim ki: “Bu kadar hakikatsız bir hurafe, vâlidem gibi ciddî zâtların lisanında nasıl geziyor?” diye düşünürdüm.” (L:91)
Bazı hocaların bu tarz hatalı anlayışlarına atfen Bediüzzaman Hz. diyor ki:
“Bazı hocalar, “Minare kadar yüksek bir adamı”, hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak” hem “Birden eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.” (E:214)
İşte hocalar böyle müteşabihlerin zahiri mânalarıyla böyle hatalar yaparlarsa, avamın meallerden ne acib hatalara düşeceği açıktır.Aynı mânayı teyiden Hz. Üstad şöyle diyor:
“Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulüne ve Deccal’ı öldürmesine ait ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş.” (K:80)
Evet bu tarz müteşabihatın murad manalarını ancak ülema-i rusuh denilen dinde büyük şahsiyetlerin anlayabileceklerini anlatan Hz. Üstad mevzu ile ilgili şu açıklamayı yapar
فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَاâyetinin bir nüktesi, bu zamanda akide-i avam-ı mü’minîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış. Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.
وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللَّهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlarاۤمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.(Şualar 578)
Ehl-idalaletin böyle müteşabih ayetlerin zahir manalarını halk arasında yayarak şüphelendirmek istediklerine dikkat çeken Hz. Üstad Beşinci Şua’daki te’vil ve izahların bu tarz ifsadlara karşı çare olduğuna aften diyor ki:
“Şimdilik o hâdisat-ı gaybiyenin yüzer misallerinden -mülhidler tarafından avamın akidelerini bozmak fikriyle işaa edilen- yirmiüç mes’eleleri, tevfik-i Rabbanî ile gayet muhtasar bir surette beyan edilecek. Ve o mes’eleler mülhidlerin tahmini gibi zarar vermemekle beraber, her biri bir lem’a-i i’caz-ı Nebevî olduğu görünmekle ve hakikî tevilleri isbat ve izhar edilmekle akide-i avamı kuvvetlendirmeğe mühim bir sebeb olmasını rahmet-i Rabbanîden rica edip hatiatımı ve galatatımı afv u mağfiret altına almasını Rabb-ı Rahîmimden niyaz ederim.” (Ş:582)
Evet Buhari gibi temel hadis kitaplarında geçen böyle müteşabih ifadelerden bir örnek şudur ki:
“Rivayette var ki: “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı, sabah kalkar; alnında“Hâzâ kâfir” yazılmış bulunur.”Allahu a’lem bissavab.. bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına firenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için inşâallah ihtida eder, daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.” (Ş:583)
ص