Risale-i Nur ve Son Müceddid
“Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” (Barla Lahikası 163 p3) mealindeki hadis-i şerifi mucibince her asırda dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ u ibtal edecek bir müceddid-i din gelmiştir. Allah tarafından vazifeli gönderilen dinin bu yüksek hadimleri vazifelerini layıkıyla yerine getirmişlerdir.
Ahirzaman denilen ve uzun bir müddeti içine alan bu felaket ve helaket asrında ise zamanın dehşetine münasib bir müceddid-i din gönderilmiştir. Her türlü işkence, tazyikat ve sıkıntılara rağmen gelen bu Zat-ı Nurani vazifesini hakkıyla ifa eylemiştir. İçinde bulunduğumuz bu asr-ı elimanenin müceddidi ise –az aşağıda isbatı yapılacağı üzere- Bediüzzaman Said Nursi ve O’nun te’lifatı olan Risale-i Nur eserleridir.
Fakat bazı çevrelerce –hassaten bu son zamanlarda- Bediüzzaman Hazretleri hakkında “müceddid değildir veya müceddid olsa bile geçmiş asrın müceddididir” gibi kitabî hiçbir mihenge uymayan ve ilmi bir değer taşımayan bazı iddialar ileri sürülmektedir.
Bu nevi iddialara asıl cevap verecek olan yine Risale-i Nur’lardır, hakikatinden yola çıkarak bu Müceddid Meselesini Risale-i Nur’lardan tahkik edeceğiz. Ancak bu tahkikata başlamadan önce bilinmesi gereken çok önemli bir esas vardır. Şöyle ki;
Dine aid bir mes’elenin tahkikatı yapılırken o konuda söz sahibi olan dini büyük şahsiyetlerin kitab ve sünnet ışığında yazdıkları temel eserler esas alınır ve alınmalıdır. Bunların haricinde olan ve kişilerin şahsi kanaatlerini, beşeri mülahazalarını ifade eden iddiaların ise herhangi bağlayıcı bir değerinin olmadığı bedihi bir hakikattir.
Evet hassaten umum ümmeti ilgilendiren bir mes’ele, mezkur kitablarda ele alınmış ve halledilmiş ise bu kitabî hakikatleri esas almak dini bir vecibe olmalıdır. Aksi takdirde o kişilerin dine olan bağlılıkları ve sadakatleri tekrar gözden geçirilmelidir.
Yukarda zikrettiğimiz hakikat müvacehesinde “Risale-i Nur ve son müceddid” mes’elesini Risale-i Nur’lardan tahkike başlıyoruz.
Evvela Risale-i Nur’ların müceddid olduğunu ifade eden ve Külliyat-ı Nur’da büyük bir yekün teşkil eden pek çok beyanattan numune olarak bir kaçını nazar-ı dikkate arz etmek istiyoruz.
Şöyleki; Risale-i Nur’un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik’in Risale-i Nur’ların müceddidliğini isbatladığı bir fıkrasından, mes’elemizi özetleyen şu paragrafı aynen aktarıyoruz;
…”her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor” va’d-i İlahîsine binaen, Hazret-i Mevlâna Hâlid, -ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle- 1200 senesinin yani onikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederekRisale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki -nass-ı hadîs ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Barla Lahikası 165 p son
Risale-i Nur’ların kendi müceddidliğini her tarafa ilan ettiği hakikati Emirdağ Lahikası adlı eserde şöyle dile getirilmiştir;
…müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muzdarib, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.
Emirdağ Lahikası I / 66 p son
İstanbul ulemasının en büyüğü ve en müdakkiki olan Ali Rıza Efendinin Risale-i Nur’ların müceddid-i din olduğunu ifade ettiği bir beyanatı şöyledir;
…İstanbul ülemasının en büyüğü ve en müdakkiki ve çok zaman Müfti-yül Enam olan eski fetva emini, meşhur Ali Rıza Efendi; Birinci Şua İşarat-ı Kur’aniye ve Âyet-ül Kübra gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hâfız Emin’e demiş ki:
“Bedîüzzaman, şu zamanda din-i İslâma en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu; ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde feragat-ı nefs edip yani dünyayı terkedip, böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyan-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur müceddid-i din olduğunu ve Cenab-ı Hak onu muvaffak-un bilhayr eylesin, âmîn”
Kastamonu Lahikası 194 p4
Risale-i Nur’ların müceddid olduğu hakikati güneş gibi zahir olmasından, denizden bir katre misüllü yukarıdaki mezkur paragraflarla iktifa edip asıl meselemiz olan son müceddid mevzuu üzerinde tahkikatımıza devam ediyoruz.
Evet, Nur’un kudsi hizmetinin kıyamete kadar devam edeceği yani kendinden sonra başka bir vazifeli müceddid gelmeyeceği Şualar’da şöyle ifade edilmektedir;
…Risale-i Nur’un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlar ile o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi, inşâallah kıyamete kadar devam ettirecekler.
Şualar 377 p5
Nur talebelerinden Hasan Feyzi Yüregil (R.H) ve Mehmet Kayalar (R.H), Risale-i Nur’un son müceddid olduğunu, Nur’larda gördükleri hakikatlere binaen şiirlerinde şöyle dile getirmişlerdir;
Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber Risale-in Nur’dur vallah o son müceddid-i ekber.
Emirdağ Lahikası I / 122 p5
Kıl keremler bendene kim, çâr u nâçâr söyledim. Sen müceddid-i kâriban hâtemisin seyyidim.
Nur’un İlk Kapısı 175 p2
“Yukarıda zikredilen şiirler sadece mahdut birkaç Nur Talebesinin şahsi kanaatleridir” diye bu makamda akla gelebilecek bir suale karşı cevaben deriz ki; Bu şiirler bilahare Bediüzzaman Hazretlerinin tashihinden geçmiş ve onun emri ile Nur Külliyatında yerlerini almışlardır. Ayrıca Hasan Feyzi Ağabeyin (R.H) yazdığı bu şiir hakkında Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikasında şöyle der ;
Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur hakkında ve Risale-i Nur’un aslı ve esası ve madeni olan hakikat-ı Kur’aniye ve sırr-ı iman ve nur-u Ahmedî tarifinde yazdığı manzum fıkrası, içinde tam bir samimiyet ve metin bir kanaat-ı imaniye bulunduğundan; hem her şeyi çabuk kabul etmeyen ve delilsiz teslim olmayan âlim, hususan muallim olduğu halde Risale-i Nur’un hakkaniyetini hem kendi namına, hem etrafındaki rüfekasının şahs-ı manevîsi hesabına bir derece fevkalâde, hâlisane tarif etmesinden Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin arkasında yazılmasını münasib gördük ve burada da öyle yaptık. Çünki bu kadar kuvvetli ve samimî bir kanaat, Sikke-i Gaybî’deki îmalar nev’inde hakkaniyetine bir îma, bir emare olabilir.
Emirdağ Lahikası I / 110 p3
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin her şeyi hemen kabul etmeyen ve delilsiz teslim olmayan müdakkik bir alim diye vasfettiği Hasan Feyzi Ağabeyin, kat’i bir hakikate istinaden yazdığı bu şiiri Üstad Hazretleri tarafından Lahikaya ilhak edilmiştir.
Risale-i Nur’ların her yüz senede bir gönderilen müceddidlerin sonuncusu olduğu Büyük Tarihçe’de şöyle anlatılır;
Evet, dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üç yüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in’ikâsıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisidir ve beklenilen son mucize-i manevîsidir!
Tarihçe-i Hayat 156 p1
Yine Tarihçe-i Hayat’ta geçen ve Risale-i Nur’ların beklenilen en son müceddid olduğu hakikatinin anlatıldığı birkaç yer aynen şöyledir;
…Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i mânevîsi olarak tulû etmiş.
Tarihçe-i Hayat 155 p2
…Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine çok ehemmiyet verirdi. “Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mucize-i Kur’âniyedir.“deyip, Nur’a ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.
Tarihçe-i Hayat 463 p son
…Nur Risaleleri, şiddetli ihtiyaç zamanında te’lif edildiğinden, her yazılan risale, gayet şifalı bir tiryak ve ilâç hükmünü taşıyor ve öyle de tesir edip pek çok kimselerin manevî hastalıklarını tedavi ediyor. Risale-i Nuru okuyan her bir kimse; güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir hâlet-i ruhiye içinde kalarak büyük bir iştiyak ve şiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki; bu asır ve gelecek asırların bütün insanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevab verecek ve kâfi gelecek Kur’anî hakikatlar ihsan ediliyor.
Tarihçe-i Hayat 160 p son
Cenab-ı Hak; Kemâl-i Rahmetiyle bu ferd-i ferîdi, kemalât-ı insaniyenin bütün envaını câmi bir istidadda yaratmış ve bu istidadların da azamî şekilde inkişafını irade etmiş ki; bu müstesna zatı, İslâmiyet ağacının son asırlara uzanan ve binler dal budak salan Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi itibariyle bütün hakaikde “üstad-ı küll” hükmüne getirmiş ve topyekûn İslâmiyet hakikatlarının bir aks-i nurunu ve tecellisini Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinde dercederek, ehl-i hakikat ve kemali hayretle baktırmış ve böylece, Risalet-i Ahmediye ve hakikat-ı Muhammediyenin câmi bir âyinesi olan Risale-i Nur ile Said Nursî, bir Said olarak çürümüş, erimiş; fakat mânen bütün âlem-i İslâm olarak tevellüd etmiş, beka bulmuştur. Ve tâ kıyamete kadar Risale-i Nur bâki kalacak ve daima tekemmül edecektir.
Tarihçe-i Hayat 168
Mevzumuzla alakalı olarak Şualar’da geçen başka bir yer de ise Risale-i Nur’ların son müceddid olduğu şöyle izah edilmektedir;
…Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî’nin (A.S.M.) neşrinde ve isbatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyid-ül Enbiya Hazretlerinin (A.S.M.) en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine naildir. Ve şübhesiz o Nebiyy-i Akdes’in (A.S.M.) emr u fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envâr ve hakaikına vâris ve ma’kes olan bir zât-ı kerim-üs sıfattır.
Envâr-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve maarif-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa’ bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (A.S.M.) ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delaletleriyle, o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin birsonmeyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şübhe yoktur.
Şualar 670 p son
Emirdağ Lahikasında Bediüzzaman Hazretleri talebelerine verdiği şu beşaret de Risale-i Nur’ların son müceddid olduğunu nazara vermektedir. Şöyle ki;
Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah, daha hiçbir şey onu koparamıyacak, ensal-i âtiyede devam edecek gidecek.
Emirdağ Lahikası I / 64 p6
Kastamonu Lahikasındaki bir mektubta imam-ı Ali’nin (R.A) Risale-i Nur’lara, bilhassa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermesinin hikmeti anlatılırken meselemizle alakalı olarak şu malumat verilmektedir;
Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan; bu hasiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Ve bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor… Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. her bir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (*)gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber nefer olarak Âyet-ül Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali (R.A.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
Kastamonu Lahikası 55
(*): Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.
Yukarıdaki mezkür paragraflarda geçen sarih ifadeler tevil kaldırmaz açık hükümler olduğundan Risale-i Nur’a intisab eden şahıslar kat’i bilirler ki; Risale-i Nur asırlardan beri beklenilen en son müceddiddir.
Evet, Risale-i Nur’daki hakikatler -gönderilen son müceddid olması hasebiyle- sadece bu asrı değil gelecek tüm asırları da tenvir edip daire-i irşadına almaktadır.
Şimdi de külliyat-ı Nur’dan bu hakikati te’yid ve isbat eden bazı izahatlar üzerinde duralım. Şöyle ki;
Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’ların sadece bu asrı değil gelecek tüm asırları da tenvir edebileceğini Kastamonu Lahikasında şöyle anlatır;
Lillahilhamd Risalet-in Nur, bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniye olduğunuçok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senanız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem.
Kastamonu Lahikası 6 p son
Hutbe-i Şamiye’de geçen şu ifade Risale-i Nur’ların vazifesinin sadece asrımızla sınırlı olmadığı şöyle ifade edilir;
…Risale-i Nur gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp tenvir ve irşad edecektir.
Hutbe-i Şamiye 153 p2
Risale-i Nur’daki hakikatlerin zamana ve zemine göre değişmeyeceği ve ebedi hakikatler olduğu Hizmet Rehberinde şöyle anlatılır;
…Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasip ve o hallere muvafık ders, îkaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakaik-ı imâniyedir; zaman ve zemine göre değişmez, ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, îkaz, teşvik ve tergîbi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilatlarını giderirler.
Hizmet Rehberi 8 p son
Emirdağ Lahikasında ise Risale-i Nur’ların her cihette kemalde ve devamda olduğu ifade edilmiştir;
Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamdabulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Emirdağ Lahikası I / 70 p5
Yine Emirdağ Lahikasında geçen başka bir paragrafta ise Risale-i Nur’ların bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniye olduğu şöyle izah edilmiştir;
Evet dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve Mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlarını en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi isbat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette Küre-i Arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder vebu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-ı Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.
Emirdağ Lahikası I / 47 p3
Hazret-i İmam-ı Ali’nin (R.A) Kaside-i Ercuze’sinde âhirzamana kadar Risale-i Nur’un bedî’ bir surette ışık vermesi ve yanması için dua ve niyaz eylediği şöyle ifade edilir;
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, Kaside-i Ercuze’sinde اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا deyip, bu zamanda tamim edilen ecnebi harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifrî ve ebcedî rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla vaki’ cereyan-ı küfriyaneye işaret ettiği gibi; hem Ercuze’sinde, hem Ercuze’yi teyid ve takviye eden Kaside-i Celcelutiye’sinde sarahata yakın
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ٭ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ
fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur’a ve müellifine hususî iltifatını
اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ
deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur’un bedî’ bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci naşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bidayet-i İslâmda Kur’anın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a’zamı şefi’ tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur’ana muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a’zamı şefi’ ve melce’ ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur’anın i’cazından gelen ve hâtem-i mu’cizeyi gösteren Risale-i Nur’unsönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a’zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve İsm-i Rahman ve Rahîm’in şefkatli ve re’fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur’u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.
Lem’alar 447 p son
Buraya kadar zikredilen ve tevili mümkin olmayan bütün bu hakikatlerden anlaşılıyor ki; Risale-i Nur, gönderilen son müceddid olup hükmü kıyamete kadar devam edecektir. Bazılar tarafından bunun aksinin iddia edilmesi veya Nurlardaki bu sarih ifadeleri tevil etme teşebbüsleri bu şahısların kitaptaki hakikatleri kendi his ve heveslerine uydurma gayretlerinin bir tezahürüdür.
Mevzuumuzla alakalı diğer bir husus ise müceddidlik silsilesinin sonuncusu olan zatın aynı zamanda ahirzamanın söz sahibi olan Mehdi-i Âl-i Resul olduğu hakikatidir. Yukarıda zikredilen hakikatleri Risale-i Nur’dan ders alan Nur’un halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri Bediüzzaman Hazretlerinin asırlardan beri beklenilen Mehdi-i muntazır olduğuna kat’i kanaat getirmişlerdir. Hatta Nur’un müdakkik bir talebesi olan Ahmet Feyzi Kul Ağabey (R.H) “Maidet-ül Kur’an” adlı eserinde bunu ilm-i cifir ile isbat etmiştir. Sikke-i Tasdik-i Gaybi eseri 10. sahifesinde zikredilen bazı hikmetler sebebiyle Bediüzzaman Hazretleri bu unvanı kabul etmemiş ancak “Maidet-ül Kur’an”ı da bizzat okuyup tasdik ederek , tılsımlar mecmuasının ahirine ilhak eylemiştir. Bilahare bu ünvan içinde bir nevi siyaset manasının dahi bulunması, ehli siyasetin nazarı dikkatini kendisine celbe vesile olacağından “Maidet-ül Kur’an”ı, Tılsımlar Mecmuasından çıkarmıştır. Tedbir maksatlı yapılan bu tasarruf ise Maidet-ül Kur’an’daki ilmi tesbitlerin doğruluğuna halel getirmez
Evet, Nur’un halis ve ehemmiyetli bir kısım talebelerinin bu kanaatleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin musırrane olarak bu ismi kabul etmemesiyle alakalı sorulan bir sualin cevabı Emirdağ Lahikasındaki bir mektubta şöyle izah edilmektedir;
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur’un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.
Ben de bu zâtın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:
Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var.Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek.O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar…… Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.
Emirdağ Lahikası I / 265 p5
Bu mektubun tafsilatını Hz. Mehdi (A.S.) ile alakalı derlememize havale edip burada özetle şunları söyleyebiliriz ;
Evvela, Bediüzzaman Hazretleri gerek bu mektubunda gerek sair mektublarında bu zamanın cemaat zamanı olduğunu ifade ederek Mehdi-i Âl-i Resul’ün bir cemaatin mümessili olacağını söyler.
Saniyen, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği cemaatin üç vazifesinden, en büyüğü, en ehemmiyetlisi ve en birincisi olanimanı kurtarmak ve tahkikî bir surette umuma ders vermek hakikatini Risale-i Nur’un tam manasıyla yerine getirdiğini ifade eder.
Bu makam münasebetiyle şunu da ifade etmek gerekir ki; Mehdi-i Âl-i Resul’ün üç vazifesinden en büyüğü olan imanı kurtarmak ve tahkiki bir surette umuma ders vermek vazifesini yapıp sair vazifelerin ise nasıl yapılacağını kitabına kim dercetmişse , bindörtyüz yıldır ümmet-i Muhammed’in (A.S.M) beklediği Âl-i Beyt’in büyük mürşidi elbette O’dur.
Salisen, Bediüzzaman Hazretleri gerek bu mektubunda gerek sair mektublarında , talebelerinin bu tarz şahsî kanaatlerini tekzib etmemiş, yalnız tevil ve tabire muhtaç olduğunu söylemiştir.
Rabian, bu mes’elede en çok sehvedilen ve çokça kafaların karıştığı bir husus ise Bediüzzaman Hazretlerinden sonra vazifeli bir şahsın gelip gelmeyeceği ve gelecekse de hangi vasıfla iş göreceği hususudur. Risale-i Nur’daki mezkur hakaik çerçevesinde Bediüzzaman Hazretlerinden sonra manen vazifeli bir zatın geleceği anlaşılmakla beraber gelecek O Zat’ın, hükmü kıyamete kadar sürecek olan Risale-i Nurların haricinde bir hüküm vermeyeceği de anlaşılmaktadır. Zira O Zat’ın Risale-i Nur’u kendine hazır bir program yaparak onunla ikinci ve üçüncü vazifeleri icra edeceği az yukarıda arz ettiğimiz mektubta açıkça ifade edilmiştir.
Bu ve benzeri beyanatlardan anlaşılacağı üzere o gelecek Zat, Risale-i Nur’un bir talebesi olacaktır. Ve yine o Zat’ın Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin mümessili olan Bediüzzaman Hazretlerinin seviyesinde olamayacağı da gayet açıktır.
Bu makamda belirtilmesi gereken diğer bir hususta şudur ki; Bu gibi mesaili,mesail-i imanîye katiyetinde olmadığından bu hakikatlere uzaktan bakan insanlar bazen itiraz edebilirler. Fakat bu kardeşlerimize -yukarıdaki isbatlarımızdan kat-ı nazar- kendi kanaatimizi beyan etmek için şu kadarını deriz ki;
Asırlardır beklenen Mehdi-i Al-i Resul; Bu dehşetli ahirzaman fitnesinde şeriat-ı İslamiyenin tahribine çalışan süfyan komitesine karşı bütün hayatı boyunca mücadele eden ve te’lifi olan Risale-i Nur eserleriyle küfrün belini kırarak en muannid feylesofları bile susturup Kur’an’a karşı boyun eğdiren ayrıca otuzüç ayat-ı Kur’ani’yenin işaretine, İmam-ı Ali (R.A) ve Gavs-ı Geylani (R.A) gibi zatların senakarane iltifatlarına nail olup Bediüzzaman nam-ı alisini tam bir liyakatla kazanan Said Nursi Hazretlerinden başka kim olabilir.
ص