Beşinci Mes’ele
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda tevâfukâtın (Hâşiye) envaı var. tevâfukât-ı nakş-ı lafzîden başka tevâfukât-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır. tevâfukât-ı lafziyesi ise üç tarzdadır.
Beşinci Mes’ele
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda tevâfukâtın (Hâşiye) envaı var. tevâfukât-ı nakş-ı lafzîden başka tevâfukât-ı maneviyesi var. Hem çok manidar ve çok vardır. tevâfukât-ı lafziyesi ise üç tarzdadır.
Biri: Tek bir sahifede.
İkincisi: Karşıki sahifede.
Üçüncüsü: Yapraklar arasında bir tevâfuktur.
Birinci Tarzı: Kur’an’ın i’câz-ı manevisinin unvanları olan Risalelerde cilvesi in’ikas etmiş görünüyor.
İkinci Kısım: Bir zat-ı mübarekin yazdığı bir Kur’an’ı gördüm ki, karşı karşıya sahifelerin tevâfukâtı kırmızı hatla gösterilmiş. Demek o neviden bir derece beyan edilmiş.
Üçüncü Tarz ise: Kur’an Kelam-ı Ezelî olduğundan ve kelime-i vahid hükmünde bulunduğundan ve âyâtı birbirine bakmasından ve birbirini tefsîr ve tekmil etmesinden anlaşılıyor ki: Bir sahifede kelimeler birbirine baktığı ve bir intizam-ı tevâfukkârane gösterdiği gibi Kur’an’ın mecmuunda aynı hâl vardır. Filcümle bazı numuneleri ve tereşşuhatı gördük ve bize kanâat-ı kâfiye verdi ki o tereşşuhatın safi bir menbaı var. Mesela: İki gün evvel sûre-i Nahl ve sûre-i İsra’yı okudum, sûre-i İsra’da ikiyüzseksenbeşinci (285) sahifede üç Kur’an kelimesi gördüm, ikisi tam muvazi birbirine bakar. Üçüncüsü terazinin iki dili gibi üstünde ve satırın başında durmuş. Merak ettim tevâfuk matlub iken neden bu dil nizama girmemiş. Birden hatıra geldi ki: Buradaki Kur’an kelimelerinin vazifeleri yalnız bu sahifede değil, güzellikleri ve nizamları başka sahifelere de bakabilir. Baktım ki: Başta ve Dördüncü satırdaki Kur’an kelimesi üç sahife sonra وَقُرْآنَ الْفَجْرِ kelimesine bakmakla beraber oقُرْآنَ الْفَجْرِarkasındaki فِي هَـذَا الْقُرْآنِ kelimesinin zahr ve batnı hükmüne geçip kağıt, bıçakla kesilip çıkarılsa iki gözlü bir kelime olur. Sonra muvâzeneden çıkan قَرَأْتَ الْقُرْآنَ ذاَ اِ kelimesine baktım, yani sekiz sahife yukarıda sûre-i Nahl’de aynenفَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ gördüm. Aynı satır aynı vaziyet pek manidar bir tarzda gördüm. Elhamdülillah anladım. Barekallah ne kadar güzel. Maşaallah ne kadar latif vazifeleri var, dedim.
(Hâşiye): Tevâfukât ise, ittifaka işarettir. İttifak ise, ittihada emaredir. İttihad ise vahdete alamettir. Vahdet ise, tevhidi gösterir. Tevhid ise, Kur’an’ın dört esasından en büyük esasıdır.
Altıncı Mes’ele
Kur’an-ı Hakim’in i’câzının enva’larının perde altında kalması ve bilhassa gözle görünecek nev’i herkese görünmesi lazım gelirken gizli kalması ve ileri gitmemesi beş sebep ve hikmetten ileri geliyor.
Birinci Sebeb: Din ve iman ve teklif bir tecrübe-i İlahiye ve bir imtihan-ı Rabbanidir ki: Ervah-ı aliyeyi, ervah-ı sâfileden; ulvi fıtratları, süfli fıtratlardan ve yüksek istidatları, bozuk istidatlardan birbirinden tefrik ve terbiye etmek için bir müsabakadır ki: Perdeli ve nazari bir sûrette kalmak içindir ki: O i’câzlar, perdeli kalmışlar. Yoksa herkes gözüyle görseydi imanı kazanmaktaki müsabaka ve mücahede-i maneviye zembereği dururdu. Terakkiyat olamazdı. Ebu Cehil de Ebu Bekir Sıddık (R.A.) gibi tasdik edecekti. Onun için Kur’an-ı Hakim akla kapı açar, haydi git bul diyor. Fakat aklın elindeki ihtiyarı almıyor. İster istemez mecbur etmiyor.
İkinci Sebeb: Umum mu’cizat için değil yalnız şimdiki mes’elemize taallluk eden ikiyüz eczadan bir cüz’ü olan ve San’at-ı Bed’iye’de dahil olan lafzî tevâfukâtı ileri sürmemesi ve gizli kalmasının bir sebebi şudur ki: Kur’an-ı Hakim bir maide-i semaviyedir. Ruhların gıdalarını, kulub ve ukülün erzaklarını cami’dir. O gıdaların kabları ve zarfları hükmünde olan elfazdaki ziynet ve san’ata nazar-ı dikkati celbetmek o hakaika karşı bir gaflet perdesi olur, zarar olur. Onun içindir ki: Kur’an-ı Hakim lafz ve Fenn-i Bedi’a ait mezayayı idame ettirmiyor. Kafiyeyi değiştirir, san’atı fıtri bir tarzda bırakıyor. Kasdı işmam edecek ve nazar-ı dikkati celbedecek bir tarz veriyor. Ta manadan, zihni müşevveş etmesin ve hayâl dahi, kalbi aldatmasın. Evet, Ulema-ı İlm-i belâgatın mabeyninde en kuvvetli bir kaideleri ve düstur-u esasileri, biri şudur ki: Fenn-i Meani ve Fenn-i Beyana ait mezaya ve nükteler kasdi olmalı irâde ile emare üstünde bulunmalı, ta belâgat üstünde bulunsun. Fenn-i Bedîaya ait olan cinaslar ve san’at-ı lafzîye gibi fenn-i bedi’ nakışları şart-ı makbuliyeti adem-i kasddır. Yani fıtri bir tarzda olmalı yoksa tasannu ve tasalluf ve teassuf ve tekellüf olur, belâgatı kırar.
İşte bu düstura binaendir ki belağatte derece-i i’câz sahibi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan sanat-ı bedîiyyede fıtri bir tarzda gidiyor. Manadan zihni çevirecek bir sûrette musırrane idame etmiyor. Şu tevâfukât ise; o da fenn-i Bedi’e ait bir san’at-ı lafziye hükmüne geçtiği için, Kur’an-ı Hakim Lafzullâh müstesna olarak sair tevâfukâtta çok ileri gitmemiş, fıtri ve latif ve manidar bir tarzda bırakmış. Lafzullâh ise; birkaç cihette ayn-ı belâgat ve mahz-ı hikmet bir sûrette sırlara cami’ vaziyetleri var.
Üçüncü Sebeb: Göz ile görünecek lafzi nakşi mezayalar mananın hüsnünden ve cemalinden ve intizamından ileri gelmezse kabil-i taklittir, kolayca onun naziri kasden yapılabilir. Halbuki i’câz taklit edilmeyecek bir tarzda olacak. Hatta bu “tevâfukât-ı gaybiye” tabir ettiğimiz San’at-ı Bedi’a, i’câzın ecza-i hakikiyesinden değil belki bir nevi i’câzın vazifesini gördüğü için i’câzın eczası içinde dahil olmuştur. Çünkü i’câz gösteriyor ki: Kur’an, Kelamullah’tır beşerin değildir. Şu tevâfukât-ı gaybiye dahi madem tesadüf işi olamıyor ve fıkr-i beşerin düşünüşü değildir. O da delalet eder ki, o kelam gaybdandır beşerin değildir.
Eğer tevâfukâta kasıd girse o delalet hassası kaybolur. İ’cazdan olmadığı gibi, onun işini de göremiyor. Soğuk bir şey olur. İşte bu sırra binaendir ki: Risalelerde Kur’an’ın fıtri ulvi tevâfukâtından in’ikas eden cilvelerini üç dört sene sonra gördük ve hiçbir kasd ve şuurumuz taalluk etmediğine kanaatimiz geldikten sonra onu Kur’an’ın bir keramet-i i’câziyesi diye ilan ettik ve isbat ettik. Kanaatimiz geldi ki Kur’an-ı Hakim kendi i’câz-i manevisinin tercümanları ve burhanları ve unvanları olan Risaleleri o keramet-i i’câziyeye mazhar etmiş. Adeta tevkil etmiş.
Bilhassa Kur’an’da az tekrar eden lafz-ı Kur’an ile lafz-ı Resûl-i Ekrem Aleyhisselatu Vesselam ayineleri olan sözlerde tevâfukât-ı gaybiyeye mazhar etmiş ve kendi merkezinde Lafzullâh bir çok esrar-ı i’câziye ile beraber o tevâfukâtı göstermiş. Biz de inşaallah Lafzullâh’ın tevâfukâtını göze görünecek bir tarzda yazacağız. Sair tevâfukâtı kısmen işaret edeceğiz.
Dördüncü Sebeb: Kur’an-ı Hakim madem umum beşerin umum tabakatının mürşidi ve muallimidir. Küçük bir kutudan ta büyük bir sandığa kadar ayrı ayrı şekillerde yazılıyor. Elbette bir kayıt altına alınmayacaktır. Eğer tevâfukaü bir esas-ı mühim tutulsa idi o tevâfukâtı muhafaza ettirmek için bir tarz-ı hat kayıt altına alınması lazım gelirdi. Ve binler cilvelen muhtelif mesahif sûretinde kaybolurdu.
Beşinci Sebeb: Şudur ki: tevâfukât müteşabih olur. İltibasa sebeptir, hıfzı işkal eder. Halbuki: Kur’an’ın hıfzı ehemmiyetle matlubdur. Onun için şu nev’i tevâfukâtı çok ileri sürmemiş.
Altıncı Mes’ele
Kur’an-ı Hakim’in i’câzının enva’larının perde altında kalması ve bilhassa gözle görünecek nev’i herkese görünmesi lazım gelirken gizli kalması ve ileri gitmemesi beş sebep ve hikmetten ileri geliyor.
Birinci Sebeb: Din ve iman ve teklif bir tecrübe-i İlahiye ve bir imtihan-ı Rabbanidir ki: Ervah-ı aliyeyi, ervah-ı sâfileden; ulvi fıtratları, süfli fıtratlardan ve yüksek istidatları, bozuk istidatlardan birbirinden tefrik ve terbiye etmek için bir müsabakadır ki: Perdeli ve nazari bir sûrette kalmak içindir ki: O i’câzlar, perdeli kalmışlar. Yoksa herkes gözüyle görseydi imanı kazanmaktaki müsabaka ve mücahede-i maneviye zembereği dururdu. Terakkiyat olamazdı. Ebu Cehil de Ebu Bekir Sıddık (R.A.) gibi tasdik edecekti. Onun için Kur’an-ı Hakim akla kapı açar, haydi git bul diyor. Fakat aklın elindeki ihtiyarı almıyor. İster istemez mecbur etmiyor.
İkinci Sebeb: Umum mu’cizat için değil yalnız şimdiki mes’elemize taallluk eden ikiyüz eczadan bir cüz’ü olan ve San’at-ı Bed’iye’de dahil olan lafzî tevâfukâtı ileri sürmemesi ve gizli kalmasının bir sebebi şudur ki: Kur’an-ı Hakim bir maide-i semaviyedir. Ruhların gıdalarını, kulub ve ukülün erzaklarını cami’dir. O gıdaların kabları ve zarfları hükmünde olan elfazdaki ziynet ve san’ata nazar-ı dikkati celbetmek o hakaika karşı bir gaflet perdesi olur, zarar olur. Onun içindir ki: Kur’an-ı Hakim lafz ve Fenn-i Bedi’a ait mezayayı idame ettirmiyor. Kafiyeyi değiştirir, san’atı fıtri bir tarzda bırakıyor. Kasdı işmam edecek ve nazar-ı dikkati celbedecek bir tarz veriyor. Ta manadan, zihni müşevveş etmesin ve hayâl dahi, kalbi aldatmasın. Evet, Ulema-ı İlm-i belâgatın mabeyninde en kuvvetli bir kaideleri ve düstur-u esasileri, biri şudur ki: Fenn-i Meani ve Fenn-i Beyana ait mezaya ve nükteler kasdi olmalı irâde ile emare üstünde bulunmalı, ta belâgat üstünde bulunsun. Fenn-i Bedîaya ait olan cinaslar ve san’at-ı lafzîye gibi fenn-i bedi’ nakışları şart-ı makbuliyeti adem-i kasddır. Yani fıtri bir tarzda olmalı yoksa tasannu ve tasalluf ve teassuf ve tekellüf olur, belâgatı kırar.
İşte bu düstura binaendir ki belağatte derece-i i’câz sahibi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan sanat-ı bedîiyyede fıtri bir tarzda gidiyor. Manadan zihni çevirecek bir sûrette musırrane idame etmiyor. Şu tevâfukât ise; o da fenn-i Bedi’e ait bir san’at-ı lafziye hükmüne geçtiği için, Kur’an-ı Hakim Lafzullâh müstesna olarak sair tevâfukâtta çok ileri gitmemiş, fıtri ve latif ve manidar bir tarzda bırakmış. Lafzullâh ise; birkaç cihette ayn-ı belâgat ve mahz-ı hikmet bir sûrette sırlara cami’ vaziyetleri var.