Tarikat (9-10)

Tarikat (9-10)

         9- NUR TALABESİ RİSALE-İ NUR HARİCİNDE BİR NUR ARAMAZ

       Nur talebelerinin, Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesine kanaat edip başka dairelerle meşgul olmadıklarını belirten Bediüzzaman Hazretleri, hapishanede cazibedar bir Nakşi şeyhin, elli-altmış şakirdleri içinde yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildiği, gerisinin ise mustağni kaldığını anlatır. Risale-i Nur’larla hizmet etmenin imanı kurtardığını ve bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablı olduğunu ifade eder. Ve “bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” Diyerek Risale-i Nur dairesinin sair dairelerin çok fevkınde olduğunu izah eder, şöyle ki;

         Feyzi kardeşim!

      Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.

         İşte bu dakik sırrı, senin Isparta’lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına
arkadaş olamazsın.

Kastamonu Lahikası 83 p son

        Risale-i Nur hizmetiyle binler ehl-i imana kuvvet-i imanı kazandırmanın, bin adamı derece-i velayete sevketmekten daha aşağı olmadığı Emirdağ Lahikası’ında şöyle ifade edilir;

       Meselâ: Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksabin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakikî şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar…

Emirdağ Lahikası I / 90 p son

         Bediüzzaman Hazretleri, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermenin, binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli olduğuna şöyle değinir;

     …kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermekbüyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.

        Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Emirdağ Lahikası I / 75 p1

         Risale-i Nur’ların hakaikı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid filozofları sustururken, onu bırakıp yahut sekteye uğratıp veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur’dan izin almayarak kapanmış hangâhlara girmenin, ne derece yanlış olduğunu Şeyh Sa’di-i Şirâzî’nin yaşadığı bir hadiseyi naklederek anlatan Bediüzzaman Hazretleri şöyle der;

         Gülistan sahibi Şeyh Sa’di-i Şirâzî naklediyor, der: “Ben bir ehl-i kalbi tekyede, seyr-i sülûk ile meşgul iken görmüştüm. Birkaç gün sonra onu talebeler içinde,
medresede
gördüm. Ne için o feyizli tekkeyi terkedip, bu medreseye geldin, dedim. O da dedi ki: Orada herkes kendi nefsini—eğer muvaffak olursa—kurtarabilir. Burada ise bu âlî-himmet şahıslar kendileriyle beraber çoklarını kurtarmaya çalışıyorlar. Uluvvü cenâb, uluvv-ü himmet bunlardadır. Fazîlet ve himmet bunlardadır. Onun için buraya geldim.”

            Şeyh Sa’dî bu vâkıayı, kısaca hülâsasını Gülistan’ında yazmıştır.

          Acaba,talebelerin,نَصَرَ َصَرُوانَصَرَتْ‌ gibi sarf ve nahvin küçücük meseleleri tekkelerdeki virdlere râcih gelirse, Risâle-i Nur’un:

آمَنْتُ بِاللهِ وَ مَلَئِكَتِهٍ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ اْليَوْمِ اْلآخِرِ deki hakaikı kudsiye-i imâniyeyi en kat’î ve vâzıh bir sûrette ders verip, en muannid zındıkları ve en mütemerrid filozofları susturup ders verirken, onu bırakıp, yahut sekteye uğratıp, veyahut kanâat etmeyip, tarikat hevesiyle Risâle-i Nur’dan izin almayarak kapanmış hangâhlara girmek, ne derece yanlış olduğunu ve bizim bu şefkat tokadına ne derece istihkak kesbettiğimizi gösteriyor.

Osmanlıca Lem’alar -el yazma 680- matbu 632

         Risale-i Nur’un dâiresindeki “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet”‘in hariç dairelerde bir mürşid aramaya ihtiyaç bırakmadığı Lem’alar’da şöyle anlatılır;

         Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz.

Osmanlıca Lem’alar -elyazma 673

      Bediüzzaman Hazretleri,Nur talebelerinin, Risale-i Nur dâiresi hâricinde nur aramaması gerektiğini, aksi takdirde bulacakları bir lamba mukabilinde manevi bir güneşi kaybedeceklerini söyleyerek talebelerini ikaz eder.

         Hem Risale-i Nur’un dairesindeki, Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet”‘in hariç dairelerde bir peder aramaya ihtiyaç bırakmadığını söyleyen Hazret-i Üstad, daire içerisindeki pek çok büyük kardeşlerin müteaddit şefkatlerinin, bir pederin şefkatini hiçe indireceğini belirtir.

        Ayrıca Risale-i Nur dairesine girmeden önce bir şeyhe intisabı bulunanların,Nur dairesine girdikten sonrada mürşidlerini muhafaza edilebileceklerini, fakat şeyhi olmayanların dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabileceğini söyler. Zaten Risaletü’n-Nur’un velâyet-i kübrâ olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmadığını ifade eder.

      Mektubun devamında Risale-i Nur’un dairesinin geniş olduğunu harice kaçanlara ehemmiyet verilmeyeceğini ve daha içine alınmayacağına dikkati çeken Üstad hazretleri, hâriçteki irşâda hevesli zâtların, namazsız insanları bırakıp Risale-i Nur şâkirdleriyle meşgul olmalarının irşad olmadığını dile getirir. Mezkur bölüm aynen şöyledir;

        BİR DÜSTUR

        Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

       Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder yerine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir. Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir. Hem Risaletü’n-Nur’un velâyet-i kübrâ olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola…

     Bu dünya dârü’l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür—dârü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

        Hem Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramazehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

     Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun—fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

         Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur’a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına
dinsizliğe karşı mücâhede vaziyetini
alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.

Osmanlıca Lem’alar 672 – 674

      10- RİSALE-İ NUR MÜELLİFİNİN TARİHÇE-İ HAYATINDA BU KISA TARİKİN BAZI NUMUNELERİ

      Bu mesleğin sair mesleklere nisbeten daha kısa olmasının sırrını anlayabilmek için müellif-i muhterem Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin tarihçe-i hayatını iyi tedkik etmek gerekir. Müellif-i Nur olan Hazret-i Üstad’ın tahsil hayatı normal usulle okuyup âlim olan bir zatın ki gibi değildir. Daha küçük yaşlarda iken kendisinde ilme karşı ciddi bir şevk oluşmuş ve aşağıda da nakledeceğimiz bir rüyadan aldığı feyiz neticesinde tahsil hayatında emsaline rastlanmayan muvaffakiyetlere mazhar olmuştur.

      Kendisinin, onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, ileride müellifi olacağı Risale-i Nur’ların fevkalade hizmetine gaybî bir işarettir ki: “Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmiyecek. İşte o zamanda müştaklara on beş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur’anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak.” ve dahi bulunmuştur…

       İşte Bediüzzaman Hazretlerinin zikrettiğimiz tahsil hayatıyla ilgili olarak Tarihçe-i Hayat’ta kayıtlı bazı yerler şöyledir;

     …Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı. O esnada bir hâlet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah’ın, ilimden ne derece feyizyâb olduğunu tetkike sevketti. Molla Abdullah’ın gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dahilinde bulunan Tağ Köyünde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti…

Tarihçe-i Hayat 30 p1

        …sonra “Şeyh Talebesi” diye yâdedildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşîn köyüne geldiler…

Tarihçe-i Hayat 31 p4

        Nurşîn’de bir müddet kaldıktan sonra Hîzan’a döndü. Sonra medrese hayatını terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:

       Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. “Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim” der ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberân-ı İzam hazarâtını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.

        Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için(Hâşiye) büyük bir şevk uyandırır

         (Hâşiye): Tarihçe-i hayatında yazılmamış, o rü’yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur’anın tâlim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat’iyyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.

Tarihçe-i Hayat 32 p1

           Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zatın refakatinde Erzurum Vilâyetine tâbi Bayezide hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep “Sarf” ve “Nahiv” mebâdileriyle meşgul olmuştu ve “İzhar” a kadar okumuştu. Bayezid’de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek gariptir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, “Molla Câmi” den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebakisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Said cevaben:

      -Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yâni bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab’ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.

       Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Hâşiye) ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti…

           (Hâşiye):Yirmi üç senede te’lifi tamamlanan ve yüz otuz kitabdan müteşekkil “Risale-i Nur” adlı eserleriyle, İlm-i Kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür. Evet, kendisi, onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki: “Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmiyecek. İşte o zamanda müştaklara onbeş senelik dersi on beş haftada ellere verebilecek Kur’anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak.” Evet tam zuhur etti ve aynen görüldü. Risale-i Nur, otuz senelik müdhiş bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarına rağmen iman hakikatları derslerini yüzbinler nüshalariyle her tarafda neşrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç bırakmadan Kur’anın bu yeni dersleri yayıldı; milyonlarca insanın imanlarının takviyesine vesile oldu.

Tarihçe-i Hayat 32 p son